Kızım doğmadan önce hemen hemen tüm hazırlığını yapmıştık, heyecanlı tüm anne baba adayları gibi 🙂 Bunlardan hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu kullanmaya başlamadan bilme şansınız olmuyor tabii. Aslında en önemli konu olan bebek arabası seçimimiz, bu yanlışlardan biriymiş meğer, kullandıkça anladık. Miniğiniz rahat etmediği zaman, hem kendini hem de sizi inanılmaz yoruyor, o yüzden başta pahalı gelerek elediğiniz modelleri hemen gözden çıkarmayın, yoksa biz ve birçok arkadaşım gibi ikinci arabayı da almak zorunda kalabilirsiniz.
Hamileyken Chicco CT.02 aldık, taşıma puseti olarak da kullanılabilen oto koltuğuyla birlikte. 9 ay kullandık ama dışarı çıkışlarımız bir çok nedenden dolayı artık işkenceye dönüşmeye başlamıştı son günlerde. Bebek puseti şeklindeki oto koltuğumuza artık sığmadığımızdan, onu değiştirmek için gittiğimiz E-Bebek’ten arabamızı da alıp çıktık 🙂
Oto koltuğumuz; dünyada koltuk deyince akla gelen ilk marka olan Recaro, modeli Young Sport 9-36 Kg. rengimiz, siyah. Bilindiği gibi Recaro, Formula 1’in resmi koltuk üreticisi. Aston Martin, Audi, BMW, Ferrari, Ford, GM, Honda, Jaguar, Lamborghini, Porsche gibi önde gelen otomobil markalarının da koltuk üreticisi, üstelik de Alman malı yani; kusursuz güvenlik anlayışına sahip.
Arabamız; Nuna , katlandığında sınıfının en küçüğü olan arabaya, öncelikle kızım sonrasında da biz bayıldık. Herhangi bir E-Bebek mağazasında test sürüşü yaptığınız an, ne demek istediğimi anlayacaksınız 😉
Her iki ürün de anne tavsiyesidir, hem de kesinlikle 😉
(İlgili tüm teknik bilgileri www.e-bebek.com sitesinden edinebilirsiniz.)
Kendin olmadan yaşamak, ne zor şey olsa gerek… Hep bir masken vardır; zamana, mekana, insana göre değişen. Aslında hep mutsuzsundur tüm yaşamını başkalarına göre kurgulamaktan ama buna rağmen vazgeçmezsin böyle yaşamaktan. Çünkü; bilmezsin başka türlüsünü, başka yol yoktur sana göre, var olduğunu bal gibi de bilirsin aslında ama zor gelir, cesaret işidir. Kendi kendine karar vermeyi, ayakta durmayı gerektirir ki; işte bu, sana göre değildir.
Kendinle başbaşa kalabildiğin tek gerçek zamanda, uykuya dalma anının hemen öncesinde çıkarırsın maskeni, çünkü rahat koyamazsın başını yastığa ama o minicik anda yüzleştiklerin öyle dehşete düşürür ki seni; hızla yerleştirirsin yerine, uyuyamazsın yoksa, gecen bitmez. Hoş, uykuların da adamakıllı değildir ya hani! Sahi; zor değil mi tüm bunlar? Kendin olmak, yüreğinle aynı dili konuşmak, yanmamak, dönmemek, huzurlu olmak çok daha kolay değil mi? Gerçi “huzur” da sadece bir kelime senin için, nasıldır, ne hissettirir yüreğe bilmezsin, adı bile geçse tahammülün yoktur, dinginliktir ya hani; sen sevmezsin…
Senin yerine ben yoruluyorum seni izlerken, benim yüzüm acıyor; senin o hiç çıkarmadığın maskelerinin bıraktığı izlerden. Hani bir dakikalığına diyorum hiç olmazsa iç yüzünü dışa çevirsen, acaba kaç kişin kalır etrafında? Bu sorunun yanıtına ve yalnızlığa dair ne çok korkun var, yapamazsın değil mi? Varsın sahte olsun, varsın arkandan ne dönerse dönsün, senin baktığın yerde hep bir maske dursun, hep senin yüzüne gülsün yeter tıpkı sen gibi, seninki gibi. Çünkü; korkuyorsun gerçeklerden. Çünkü; ne kadar acıttıklarını, acıtabileceklerini çok iyi biliyorsun.
Bu yüzden hep sürmeli, sürdür hadi durma, devam et sen maskeli balona, ne kadar çoksunuz bak; hep gülüyor yüzleriniz hepinizin ne güzel! Ama ben yokum, hiçbir zaman da olmayacağım, çağırmaktan vazgeç artık! Ayıptır bilirim, nezaketsizliktir geri çevirmek bir daveti ama keyifle işlediğim, en sevdiğim ayıplardan biri bu, emin ol…
Sevebiliyorsan böyle sev beni; maskesiz, tüm çıplaklığımla. Hadi bakalım bekliyorum, buyur; cesaretin varsa…
Çok kalorili biliyorum ama çooook lezzetli yahu! Güzel olan tüm yiyeceklerde var zaten bu ters orantı. Koskocaman yılda sadece küçücük, ufacık, minicik bir zamandan ibaret olan aşure ayını, hiiiç öyle kalori hesabıyla falan geçiremem anacım, “bu ay, bana her gün bayram” şeklinde pek mutlu, pek mesudum 🙂
Her yıl sözünü verip de bir türlü yazamadığım, şahsıma münhasır tarifimi hemen verip, fotoğraf olarak yukarıda, canlı canlı karşımda salınıp duran şu minicik(!) porsiyonu lüpletmek üzere kaçıyorum 😀
Gönül rahatlığıyla yapınız, yediriniz, övgüleri dinlerken de arkanıza yaslanıp gerim gerim gerininiz, afiyet olsuuun 😉
Malzemeler:
1 kg.aşurelik buğday (Duru marka şiddetle önerimdir)
2 su bardağı kuru fasulye
2 su bardağı nohut
11 su bardağı toz şeker
2 su bardağı süt
2 su bardağı çekirdeksiz kuru üzüm
3 çorba kaşığı kuş üzümü
300 gr.kuru incir (leblebi büyüklüğünde doğranmış)
300 gr.kuru kayısı (leblebi büyüklüğünde doğranmış)
250 gr.fındık (ortadan ikiye ayrılmış)
250 gr.tuzsuz fıstık (kabukları ayıklanmış, ortadan ikiye ayrılmış)
250 gr.soyulmuş, ortadan ikiye ayrılmış badem (kaynamış suda bekletirseniz soymak, çocuk oyuncağıdır 😉 )
250 gr.soyulmuş, 3-4 parçaya ayrılmış ceviz (kaynamış suda bekletme burada da geçerli 🙂 )
50-60 gr.dolmalık fıstık
8-10 karanfil
2 portakalın kabuğu(minik minik doğranmış ya da rendelenmiş)
1 iri nar
3-4 çorba kaşığı susam
2-3 çorba kaşığı çörekotu
su
Hazırlanışı:
Aşure pişirmeyi planladığınız günün öncesindeki akşam, buğday, fasulye, nohut ve üzümleri ayrı ayrı kaplarda ıslatın.
Sabah ilk iş, akşamdan ıslatıldığı için kocaman kocaman şişen nohutu ve fasulyeyi ayrı ayrı kaplarda yumuşayana dek haşlamak. Dilerseniz bu işlemi bir gün önceden de yapıp, aşure sabahı hengamesini biraz olsun rahatlatabilirsiniz.
Benim sırf aşure ve reçel yapımı için aldığım devasa bir tencerem var, malzeme çok olduğundan mümkün olan en büyük tencereyi kullanmakta yarar var. İşte o evdeki en büyük tencerenize buğdayı yıkayıp, karanfilleri de ekleyerek (varsa ince bir tülbent ya da benzeri bir şeyin içinde, değilse sayısını aklınızda tutarak direkt içine) üstünü bir karış geçecek kadar su ilavesiyle pişirme işlemine başlayın.
Tencerenin kapağı kapalı olsun, arada bir buğdayın üstünde biriken köpükleri delikli kepçeyle temizleyerek, buğdaylar ezilene dek pişirin. Buğdayın pişmesini beklerken tüm doğranacakları, ayıklanacakları halledin ki; son anda sıkışıklık olmasın.
Yeterli kıvama gelen buğdaya nohut ve fasulyeyi ekleyin, arada karıştırarak 3-4 taşım kaynatın.
Islatma suyunu süzdüğünüz üzümleri, incir, kayısı, portakal kabuğu ve 2 su bardağı kadar sütü (renginin kararmamasına yardımcı ve ekstra lezzet unsuru) ekleyip, 2-3 taşım daha kaynatın.
Şeker, badem, dolmalık fıstık, ceviz, susam ve çörekotunu da eklediğinizde son pişirme süresine girmiş olacaksınız.
Kayısı ve incirlerin şişmiş, dolayısıyla pişmiş olmaları, aşurenin de pişme sürecini tamamladığına işarettir. Tüm bu süreç boyunca, ilk eklenen su epey çekilmiş olacağından, kepçe kolay çevrilebilecek kıvamda olması şartıyla, (çorba kıvamına yakın) sıcak su, tadı az bulunursa şeker eklenebilir.
Benim gibi “tam kıvamında olsun, ben aşureyi aşure gibi severim” derseniz; altını kapatmadan önce tadına bakmanızı, boğazınızı hafifçe yalayarak, yakarak geçecek kıvamda değilse, o kıvama dek şeker ekleyip karıştırarak, bir taşım daha kaynatmanızı öneririm. Malum; aşure soğudukça suyu da şekeri de çekilir.
Altını kapattıktan sonra içindeki karanfilleri çıkarın, fındık, fıstığını da ekleyip karıştırın.
Servis tabaklarına koyup, ilk sıcaklığı çıktıktan sonra, üzerini nar ve tarçınla süsleyin. (Çok sıcakken yapılan her türlü süsleme, dibe çöker malum.;))
* Bu ölçüler, kaselerle 10-15 komşuya dağıtıldıktan sonra, 3 büyük yuvarlak salata kasesi dolusu size kalacak aşureye denk geliyor, ona göre eksiltip arttırabilirsiniz.
*** Kayısı, incir, fındık, fıstık, badem, ceviz ölçülerini yaklaşık verdim, ben yazdıklarımdan daha fazlasını kullanıyorum, tercihe bağlı arttırılıp, eksiltilebilir.
*** Çoğunlukla yapıldığı gibi; badem, ceviz, fındık, fıstık ve dolmalık fıstığı içine atmayıp, hepsini narla birlikte üst süslemede kullanabilirsiniz. Benim hepsini içine atmamdaki sebep; herkesin en çok sevdiği çerez kısmının ilk porsiyonlarda bolca kullanılıp, sonlara doğru az çerezli ya da çerezsiz yenmesindense tadı sabitleyerek, sonuna kadar aynı hazla tüketilmesini sağlamak 😉
Başta dediğim gibi; bu, benim şahsıma münhasır, lezzet ve beğeni garantili tarifim, ekleme-çıkarma yapmak tamamen damak tadınıza kalmış 😉
Aşure beni bekler, Özlem kaçar 🙂 🙂
Mecburi verilen uzuuun bir aranın ardından, dün akşam sinema keyfi yaşadık nihayet. Ne çok özlemişim; salon kokusunu, orada film izlemenin keyfini, sıcacık patlamış mısır ve soğuk gazoz ikilisinin dayanılmaz hazzını 🙂 Vizyondaki filmler arasında Çağan Irmak adı varsa, diğerleri ne olursa olsun önemini yitiriveriyor, öncelik mutlaka ona tanınıyor bizde. “Ne eylerse güzel eyler” diye yaptığımız her seçimde, bizi hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmamıştır, her daim “iyi ki” lerle ayrılırız salondan ki; yine aynısı oldu.
“Dedemin İnsanları” yine masal tadında; biraz hüzün, biraz tebessüm, yüreğinizde bir yerlere dokunarak akıp gidiyor perdede. Oyuncu kadrosu, Çağan Irmak filmlerindeki vazgeçilmezler ve onlara eklenenlerden oluşuyor. Çetin Tekindor, Hümeyra, Yiğit Özşener, Gökçe Bahadır, Sacide Taşaner, Mert Fırat, Ezgi Mola, yeni ve iyi keşif çocuk oyuncu Durukan Çelikkaya başlıca sayılabilecek olanlar. Diğer oyunculara haksızlık etmek istemem, hepsi rolünün hakkını vermiş ama bir dede karakteri var ki; ustalığını ve büyüklüğünü bir kez daha kanıtlamış işte onda Çetin Tekindor. Giyimi, tonlamaları, duruşu, bakışıyla öyle içindeki rolünün; sevecen, hoşgörülü, bilge, onurlu Giritli koca çınara can verebilecek tek oyuncunun, o olduğunu hissediyorsunuz. Müzik seçimleri yine çok başarılı, izlediğiniz sahneyi daha iyi sindirebilmenizi, iç çekmelerinizin daha bir derin olmasını sağlıyor. Filmde beğenmediğim, rahatsız olduğum tek şey; kitap okur gibi, tane tane, hiçbir duyguya sahip değilmiş hissi veren, hikayeyi anlatan dış ses, hiç oturmamış filme, eğreti durmuş, olmamış bence. Onun dışında, elbette isteyen bulur ama ben eleştirilecek birşey bulamadım.
“DEDEMİN İNSANLARI, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir yerden bakacaksınız.” www.dedemininsanlari.com
Yaşamın hengamesinde unutulan, bir yerlerde bırakılan parçaları hatırlamak, bir nebze olsun eksikleri tamamlamak için izleyiniz, izlettiriniz 😉
Şimdiden, iyi seyirler 🙂
Doğduğu günden çok daha özel sanırım insanın doğurduğu gün. İşte bugün, o gün, ilk gözağrımın, hayatımda yapabildiğim en iyi ilk şeyin, kuzumun, senin doğum günün bugün. Her annenin çocuğu, kendine en özel, en güzel gelir ya, bende de durum farklı değil tabii. Çok anlar paylaştık seninle; çok güldük, çok ağladık, çok sevindik, çok üzüldük, yani herşeyi çok, yaşamı dolu dolu yaşadık. Senin şimdiki yaşının üç fazlasındaydım sen hayatıma girdiğinde. Çocuktum aslında yani, günahımla sevabımla büyüdüm ben de sen büyürken seninle birlikte, doğrularım, yanlışlarımla olgunlaştım. Hep yetmeye, yetişmeye çalıştım ama hep eksikti bir yanım, her anne gibi hep tamamlanmaya çalıştım.
Sana dair söyleyebileceğim öyle çok şeyim var ki; karşılığı yok hiçbir cümlede. Kelimeler de yetersizdir ya hep, anne yüreğinde. Sen zaten anlatmadan anlar, söylemeden bilir, yüreğinle okursun yüreğimdekileri. Senin, benim, bizim yaşamımızda yürek olmaktan geçmiyor mu zaten herşey? O yüzden her zaman, her koşulda hep yanında, hep arkanda, hep seninle olduğumu, nefesim yettiğince de böyle olacağını bil yeter…
Seni seviyorum canımdan kopan can, seni çok seviyorum canımmm, canımın yaprakları, iyi ki geldin cennetinden çıkıp, iyi ki varsın, hep var ol olur mu?
Uzun bir aradan sonra, duygu patlamasıyla oturunca yazmaya, “Umut” çıktı içimden, oysa arada geçen onca zamana neler neler sığdı yazamadan 🙂 “Hayat” ile “Umut” arasında, kızım girdi yaşantıma, minicik nefesiyle kocaman mutluluklar yarattı 🙂 Şimdilerde kocaman genç kız olma yollarında, 2 gün önce (1 Aralık) ilk dişini gösterdi, bunun karşılığında da hediyeler yağmaya başladı tabii 🙂 Ciciannemiz ilk gören olduğundan, ona kesildi doğal olarak fatura 🙂
Bugün geldi hediyemiz ciciannemizden; yürüteç. Montajı biter bitmez kuruluverdi cimcime içine, her ne kadar hep geri viteste gitse de henüz, bayıldı 🙂 Çok iyi bakılmasını, çok mutlu bir bebek olmasını, ikisinin de onu çok sevmelerine borçlu olduğumuz ciciannemize ve Safa amcamıza da tekrar teşekkürler buradan yine kocaman öpücüklerle 🙂
Babaanne ve dedemiz de çok beğendiğimiz mama sandalyesini kapıp gelmişler sürpriz yapıp, o henüz farkında olmadığından biz sevindik en çok 🙂 Babaanne ve dedemize de kocaman kocaman öpücüklerle teşekkürler bir daha, iyi ki varsınız 😉
Sonuç itibariyle; çok şanslı benim kızım çoook 😉
Devşirilen gömlek yakaları geldi aklıma şimdi, sebepsizce. Köşedeki bakkalın ucundan elinde filesiyle evine dönen babalar bir de… Benim, o köşeden dönen bir babamın olmaması değiştirmezdi, oynanan oyunun bitirilip eve gidilme vaktinin geldiğini. Ben, hiç o cümleyle çağırılmamış olsam da, ne kadar etkili olduğunu bilirdim çocuk dünyasında “baban geldi, çabuk eve!” diye seslenen annenin aceleciliğini. Böyle zamanlarda hep, bir gün o akşamüstü telaşının bizim eve de uğramasını beklerdim umutla. “Baban ölmemişti aslında, bizi terkedip gittiği için yalan söyledik sana, işte şu köşedeki amca baban senin” diye ölümün acısına yeğ tutulabilecek cümleler hayal ederdim hep o küçücük dünyamda. Ama o sahne, izlediğim Türk filmlerinden öte gidemedi hiçbir zaman ve hiçbir akşamüstü uğramadı bizim sokağa… Oturduğum taşın üzerinden, oyundan geriye kalan tek şey olarak gıptayla bakardım, topunu, bebeğini alıp “babalı” evlerine giden arkadaşlarımın arkasından. Topum da yoktu, bebeğim de ama en çok babamın yokluğu koyardı. Çoğu akşam sırf bu yüzden, gidip uyurdum hemen, ertesi akşamüstünün sabahına, yeni bir umuda hemen uyanabilmek için. Çorba sevmem, hiç kimse anlamaz, bilmez niye sevmediğimi. Yitirdiği kocasının ardından hemen her gece, onun en sevdiği şeyi, en sevdiği şekliyle servis yaptığı sofrasına oturmazdım, oturamazdım annemin. Yuvarlak, küçük tepsinin içine doğranan bayat ekmeklerin üstüne bolca boca edilen sıcacık tarhanalara uzak durdum hep, boğazıma dizilmesin diye lokmalar, kaşığımı daldırmadım hiç o tepsiye. Bunca yıldır hala babam kokar tarhanalar, yiyemem, hiç kimseye hiçbirşey diyemem, sızlayan burnumu gizler, “sevmem ben çorba” der, yutkunur geçerim. “Bir tek çorba değil ki, çok yemek seçer mıymıntı” diye kızanları da sadece gülümseyerek yanıtlamam, hepsinin bir yarası olduğunu bir tek benim bilmemdendir…
Şimdi akşamüstü yine, hala sokaklarda oynayan çocuklar ve onların ellerinde artık fileyle olmasa bile poşetle dönen babaları akşam habercisi belleyen anneler, hala tarhananın öyle yendiği evler var mıdır bilemem ama benim hala umudum var 😉
Ses Klibi: Bu ses klibini oynatabilmek için Adobe Flash Player (Version 9 veya üzeri) gereklidir. Güncel versionu indirmek için buraya tıkla Ayrıca tarayıcında JavaScript açık olmalıdır.
Arama
Özlem Pehlivan
12 Ocak doğumlu, sevimli bir oğlak burcu kadını...
Okumayı çok seviyor. Günde 50-100 sayfa okumadan rahat edemiyor. Başucunda en az 3-4 kitap var. Okumayı sevdiği kadar yazmayı da seviyor, değer verdiği ve yüzünü güldürebilen herkese sürekli yazıyor...
Facebook Sayfası
Kategoriler
- Blog 89
- Butik Pastalar 36
- Tarifler 135
- Atıştırma 68
- Balık 5
- Börek 12
- Çorba 2
- Et & Tavuk 20
- Hamur İşi 25
- İçecek 1
- Kahvaltı 27
- Kek & Kurabiye 17
- Kısa Kısa & Püf 1
- Makarna & Pilav 9
- Reçel & Turşu & Zeytin & Sos 10
- Salata & Meze 20
- Sebze 19
- Tatlı 25
- Yöresel & Dönemsel 12
- Zeytinyağlı 10