Senaryoya dökülmüş hallerini genelde başarısız bulduğumdan, okuduğum kitapların görselliğe dönüşmesi beni mutsuz eder, hiç keyif almam. Okurken içine daldığınız dünya farklıdır, hayalinize göre şekillenir.Karakterler, mekanlar, sesler, kokular hepsi sizdendir, sizindir. Senaryolaştırıp önünüze koyulan “şey”, hiç bir zaman -ya da çoğu zaman diye hafifleteyim hadi- o hayallerinizle örtüşmez.
Merak edip de karşısına oturduğun diziden, filmden o tadı alamadığında da işin rengi değişir. Her sahnesine, her repliğine kulp takmaya başlar, yetmez her karşına çıktığında hırsla kanal değiştirecek kadar kıl olursun.
O bayıldığın, neredeyse “hayatımın kitabı” dediğin kitaptan bile soğursun.
Çok kitap okuyorum, içlerinden birçoğu dizi ya da filme dönüştürülüyor sonradan. Hikayenin çok fazla içine girmemişsem, pek içime sinmemişse zaten sorun yok ama tam tersinde durum vahim. Anlattığım duyguları aynen yaşıyorum, hatta yaşadıklarımdaki abartı, anlattıklarımın epey ötesinde diyebilirim.
Başarılı olanlar -ya da benim başarılı bulduklarım demek daha doğru sanırım- yok mu? Elbette var. Sayıları çok az da olsa var. İşte onlardan biri; Kahperengi‘nin Merhamet hali.
Hande Altaylı’nın henüz hiçbir kitabını okumamışkendi, sırf adındaki harf oyunu cazibesiyle annemin kitaplığından elime alıp, şöyle bir göz gezdirdiğim. Yokluktan varlığa yolalan öyküyü okurken bir şey oldu ve o şey çöreklenip oturdu içimde bir yerlere.
Aklım hep ondaydı, kaldığım satırda. 15 dakikalık dönüş yolu uzadıkça uzadı sanki. Ben hep Narin’deydim; konuşursam, öykünün içinden çıkıvermekten korkarak geçirdim, bana uzun gelen, aslında kısacık olan zamanı.
‘Bir solukta’ denir ya hani; bende sanki o bir soluk da yoktu, fazlaydı, lüzumsuzdu, soluksuzdum. Kaldığım satırdan, son noktaya geldiğimde koltuğun köşesinde ne kadar zaman geçirdiğimin farkında değildim.
Son sayfanın ardındaki kapağını çevirdiğimde, kimbilir ne zamandır içimde hapsettiğim, yorgun, tuhaf, eski bir soluk çıktı güçlükle dudaklarımdan…
Onca zaman geçti üzerinden, geçtiğimiz yazda kaldı o duygu, o soluk. Ama ben, içimde bir yerlerde öyle benimseyip, özümsedim ki Narin’i ve öyküsünü, içimdeki çocuk, genç kız, güçlü kadın karışımı ona dönüştü, sımsıkı sarılıp sarmaladım onda kendimi.
Kitabı anlatmayacağım, bunca yoğunluk yaşatan, beni böylesine derinden etkileyen bir öyküyü anlatmaya uygun kelimelerim yok.
Dizisinin başlayacağını duyduğumda itiraf ediyorum; çok üzüldüm. Yine o güzel kitapların başına getirilen hazin sonu yaşayacağından ziyade, yüreğimin acımasından -biliyorum çok az kişi beni anlayabilecek- korktum, içim daraldı.
“Oyuncular iyi, şöyle bir göz ucuyla bakayım, olmadı kanalı favorilerden kaldırıp arkalara doğru atarım” dedim içimden, çok ciddiyim gerçekten düşündüm bunu.
Şimdilerde epey bölüm geçti, o gözucuyla başladığımın üzerinden. Ve ben, her bölümde hayalimdekileri hatta daha ötesini canlanmış halde izlemenin şaşkınlığı içerisindeyim. Aşkı, nefreti, öfkeyi, hüznü, mutluluğu, yokluğu, varlığı, onuru, onursuzluğu yaşıyorum, o hislerin tamamını geçirebiliyorlar bana ekrandan.
Öykünün içindeyim hep, araba kullanırken takip ediliyorum sanıyorum.
Yolda arkamdan gelen koltuk değnekli adama Mehmet’mi acaba diye dönüp bakıyorum.
Her an bir köşeden Moskof Recep’in çıkıvermesinden ve bana, gözlerimin içine ‘öyle’ bakmasından korkuyorum.
Ofisin çaycısının çalışmayan, kendine de çocuklarına da kötü davranan kocasına ısrarla tahammül etmesine artık daha çok sinirleniyorum, Hatice farzederek tutup kollarından silkelemek istiyorum kendine gelsin diye.
Hiç kimsenin idrak edemeyeceği kadar sevmiş, uğrunda herşeyi göze almış, taşıyamadığı kadar büyük ve karşılıksız olsa da aşkını omuzlamış, vazgeçmeden körkütük ilerleyen insanoğlunun dişisi Irmak, erkeği Babür/Sermet artık gözümde.
Sokakta yanımdan geçen, üstü başı pek de düzgün olmayan kız çocukları, Şadiye gibi bakıyorlar bana hep; aç, aciz, ürkek, olabildiğine masum.
Özlediğim, uzun zamandır oturup dertleşemediğim dostuma, adı bambaşka olsa da Deniz diyesim geliyor.
Necati Abi’ye sımsıkı sarılıp, “iyi ki varsın” demek, hayatının sonuna dek kol kanat gerip, rahat yaşatmak istiyorum.
‘Sonucu ne olacaksa olsun’ şeklinde yaşamayı, yalan dolanla el üstünde tutulmaya yeğleyen en dobra adamlar Can, insan ruhuna iyi gelen, her yüreğe lazımlar Atıf, tipik Türk filmi misali; onurundan vazgeçmeyen, aşık olduğu esas kızı kaybetmek pahasına da olsa bildiklerini, hissettiklerini kendine saklayan, saysan bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kalmış olan, yeryüzündeki en aşık, en güzel bakan tüm adamlar Fırat artık bundan böyle.
Peki ya Narin? Ben tabii ki; onu kimselere bırakamam, bırakmam. Nerelerden geldiğimi, ne zor yollardan geçtiğimi bilen herkesin istisnasız bu benzetmeye katılacağı, katılmasalar da umurumda olmayacağı bir yerindeyken yaşamımın, benden başkasına yakışmaz Narin olmak…
Her seferinde geçmişimi gün yüzüne çıkartıp, unuttuğumu sanarak kendimi kandırdıklarımla yeniden yüzleşmemi sağlamanız, iyi birşey mi bilmiyorum.
Tek bildiğim; bana ilk kez, bir kitabın yaptığından çok daha fazlasını bırakacak kadar içinde olduğunuz, yaşadığınız, yaşattığınız öykü için naçizane hepinize ve Hande Altaylı‘ya kendi çapımda bir teşekkür borçlu olduğum.
Anlamı var ya da yok; teşekkür ederim…
En sevdiğim ve sıkı takip ettiğim yazarlardandır Kürşat Başar… Yazım dili çok kuvvetli, akıcı ve anlaşılabilirdir. Lise yıllarımda okuduğum ilk ve en en beğendiğim kitabıdır; Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum…
İlk okumamın üstünden geçen onca yılda kaç kez daha okumuşumdur kimbilir. Her defasında beni derinden etkilemeyi başarmış ender kitaplardandır. Bir de, “Bir kitap okudum, hayatım değişti” cümlesinin içinizden taşmasına engel olamayacaklarınızdan… Yani demem o ki; kesinlikle okunmalıdır, hem de birkaç kez 😉
“…Tenimde, tenimin altında bir yerlerde, o şarkıdaki gibi saklıyorum onu. Bir düşte elimden tutuyor ama çok çok uzakta, göremiyorum bile… Nasıl olup da görünmeyecek kadar uzaktayken elini tutabildiğime şaşırıyorum…”
“…Sen olsaydın yapmazdın, biliyorum… Ama herkes senin gibi sahici olanı, yaşamını küçük mutluluklarla dolduracak, ölümün görüntülerinden kendini uzaklaştıracak, sonradan yürekte yerleşip kalan o saplanmaları duymayacağı bir yaşamı önceden kurgulayamıyor. Belki birgün, suskunlukların, tutsak edilmiş düşlerin kişiyi, nasıl böyle dönülmez sınırlara sürüklediğini anlarsın…”
“…Babam, ölümünden hemen önce, “Bazen sert bir rüzgar esebilir” demişti, “O zaman boynunu eğmekten utanma, yeniden başını kaldıracağını, yalnızca rüzgarın geçmesini beklediğini düşün…” Gerçekten öyle mi, hayat yalnızca ara sıra gizlenmemiz gereken rüzgarlarla mı dolu, eğer onlardan korunabilirsek bunca acıdan da korunabilir miyiz?”
“…Buradayım. Yağmur öyle çok yağıyor ki; görmesen bile sürekli onu duyuyorsun. Uyurken hep ıslanıyormuşum gibi geliyor. Sana ne çok yazıyorum ama hiçbirini yollamıyorum. Yazar yazmaz herşey eskiyor sanki, sözcükler uzaklığa ve zamana dayanıklı değil. Sen de hep bu yeniden kurgulanmış, ayıklanmış kartlarla yetinmek zorunda kalıyorsun. Sevmeyi bilmediğim doğru ama özlemeyi ve hissetmeyi bildiğimi sanıyorum. Buradayım, yağmur yağıyor ve anlayabildiğim, kendim hakkında, sözcükler halinde belirginleştirebildiğim tek şey bu…“
Atatürk’ün son 300 gününü ve ölümünün hikayesini anlatan Sarı Zeybek belgeseli, ilk kez 1993’ün Kasım ayında ekrana geldi.
Gördüğü ilgi üzerine birkaç ay içinde 3 kez daha yayımlandı. Ardından video kaset olarak piyasaya çıktı. Türkiye’de ilk kez bir belgesel, satış rekoru kırdı.
Kaset, yurdun dört bir yanında ilk ve orta dereceli okullarda eğitim filmi olarak gösterildi.
Sonra ödüller geldi. Sarı Zeybek, Hürriyet’in Kelebek eki tarafından 1993’ün En Başarılı Belgeseli seçildi ve daha bir çok yerden, bir çok ödül aldı.
Can Dündar’ın belgeselde yer verilemeyen ayrıntılarla zenginleştirdiği bu kitabında, Atatürk’ün hastalığının 1923’ten itibaren başlayan gelişimini, ‘ölümünde doktorların ihmali var mı? ‘ sorusunun yanıtını, tedaviye çocukça direnişinin ve son dönemdeki yalnızlığının öyküsünü, İnönü’yle kavgasının perde arkasını ve o, ölüm döşeğindeyken başlayan iktidar kavgasının bilinmeyen ayrıntılarını bulacaksınız.
Arama
Özlem Pehlivan
12 Ocak doğumlu, sevimli bir oğlak burcu kadını...
Okumayı çok seviyor. Günde 50-100 sayfa okumadan rahat edemiyor. Başucunda en az 3-4 kitap var. Okumayı sevdiği kadar yazmayı da seviyor, değer verdiği ve yüzünü güldürebilen herkese sürekli yazıyor...
Facebook Sayfası
Kategoriler
- Blog 89
- Boutique Cakes 36
- Recipes 135
- Atıştırma 68
- Balık 5
- Börek 12
- Çorba 2
- Et & Tavuk 20
- Hamur İşi 25
- İçecek 1
- Kahvaltı 27
- Kek & Kurabiye 17
- Kısa Kısa & Püf 1
- Makarna & Pilav 9
- Reçel & Turşu & Zeytin & Sos 10
- Salata & Meze 20
- Sebze 19
- Tatlı 25
- Yöresel & Dönemsel 12
- Zeytinyağlı 10