bütün gözyaşları aynı mı kokar?
biraz tuzlu? biraz ağır?
ya da ben ağlayınca sen mi kokuyorsun?
kokunu özledim ve ben bu yüzden ağlıyorum…
Adı üstünde kişisel mutluluk bloğu ve ben mutluluk kaynağımın bana armağanı, şarkımızı eklemeyi unutmuşum siteme!
İlk tanıştığımız dönemlerde, İstanbul’da iş seyahatindeydim, “sadece sana” yazan bir müzik dosyası göndermişti sevgilim, Ferhat Göçer söylüyordu, albüm yeni çıkmıştı daha ve ben ilk kez dinliyordum. Sonrasında albümün tamamını ilk incelediğimde, “sadece sana” diye bir şarkısı yokmuş ki bu adamın, eski albümünde de yoktu, nereden buldu acaba diye arandığım ve tüm albümü dinlediğimde şarkının adının aslında “Gül ki” olduğunu öğrendiğimde, saflığıma saatlerce güldüğüm şu an gibi aklımda 🙂 Daha herşey çok yeni olduğundan utanmış ve öğrensen günlerce bana takılıp daha da utandıracağını bildiğimden söyleyememiştim sevgilime de, işte itirafımdır ve şimdi istediğin kadar gülebilirsin canım sevgilim 🙂
…gül ki sevgilim, gül ki gözlerin, solmasın sakın aşk çiçeğim. Gel biraz bana, gel biraz daha, arşa çıksın nağmelerim…
bu kez de benden “sadece sana” 😉
Audio clip: Adobe Flash Player (version 9 or above) is required to play this audio clip. Download the latest version here. You also need to have JavaScript enabled in your browser.
Bu sabah, yerini kimler almış,
Diye düşündüm kalktığımda,
Hiçbiri seni, hiçbiri beni,
Hiçbiri bizi anlamamış…
Bu sabah, telefonu hiç açmadım,
Çaldı durdu, aldırmadım,
Hiçbirşey seni, seni düşünmemi
Engellemez ben anladım,
Bu sabah…
Bu sabah, adını boş kağıtlara,
Yazdım astım duvarlara,
Ben bir tek seni, eski günleri
Özledim canım, anlasana…
Bu sabah, yatağın boş kısmını
Resimlerinle süsledim,
Gördün halimi, anla derdimi,
Ne olur dön, çok özledim,
Bu sabah…
Gül ki sevgilim, gül ki gözlerin
Solmasın sakın, aşk çiçeğim!
Gel biraz bana, gel biraz daha,
Arşa çıksın nağmelerim…
🙂 Seni Seviyorum 🙂
Hiç beklentisiz sevdiniz mi? Yani; “bugün telefon etmedi” demeden, “şu an nerede acaba?” diye kendi kendinizi yemeden, “doğumgünümü hatırlayacak mı acaba?” diye bir beklenti içine girmeden sevdiniz mi hiç? Onun, size ait bir mal olmadığını kabul edip, onu özgür yaşamı ile sevmeyi denediniz mi?
Yanında gördüğünüz kız arkadaşlarının da tıpkı erkek arkadaşları gibi, sadece arkadaşı olabileceğini düşünüp, herhangi bir erkek varken davrandığınız gibi davranıp, aldırmıyormuş gibi yapmadan, gerçekten aldırmadan, -bitecekse biter, bunu değiştiremem, beni sevmeyi bırakmasını değiştiremeyeceğim gibi- diye düşünüp, onu yersiz kıskançlıklara boğmaktan ve kendinizi yıpratmaktan vazgeçebildiniz mi hiç?
Hiç beklemeden çalan bir kapıda onu karşınızda görmek ne güzeldir bilir misiniz? Beklemeden gelen bir ‘seni seviyorum’ mesajının tadına varabildiniz mi hiç? Siz istediğiniz için değil, o istiyor diye yapıldı mı bunlar? Ve beklentisiz sevmenin tadına bakabildiniz mi hiç?
“Bugün beni hatırlamadı” yerine, “hiç beklemiyordum geleceğini” diyebilmek ne güzeldir oysa… Onu ve kendinizi boğmadan sevebilmek ne güzeldir… Sahiplenme duygusundan uzak, sevmenin, sevilmenin tadına varabildiniz mi hiç? Yapılmamış davranışlar, söylenmemiş sevgi sözcükleri ile kendi kendinizi aşk çıkmazında kaybedeceğinize, beklenmeyen bir demet çiçekle mutlu oldunuz mu?
Beklentisiz sevin! Niye aranmadım diye düşünüp kendi kendinizi yiyeceğinize hiç beklenmedik bir ‘seni özledim’ mesajı ile aşkı yakalayın! Beklentisiz sevin! O sizin sevgiliniz olduğu için, ona tapulu malınız gibi, çantanız, arabanız gibi davranma hakkınız olduğunu düşünmeden… Sevgiye karışan beklenti denen illeti hemen silin aşkın ak sayfalarından. Göreceksiniz ki; o zaman aşk, bir başka güzel… Göreceksiniz ki; o zaman sevmek ve sevilmenin damaklarda bıraktığı tat, yıllanmış şarap gibi, beklenti zehirine karışmadan bir başka döndürüyor insanın başını…
Ben artık öğrendim, beklentisiz seviyorum. Yanyana değilken nerede olduğunu, kiminle ne yaptığını merak etmiyorum, şüpheler, kıskançlıklar kemirmiyor beynimi, iyi olduğunu biliyorum ve her ne yapıyorsa bitirdiği zaman bana geleceğini… “Beni niye aramadı?” diye geçirmiyorum içimden, geleceğe dair iyi ya da kötü düşüncelerim, beklentilerim yok. Ben, bugün hissettiğim sevgiyi, yine bugün yaşıyorum… Onun yanımda olduğu anlar o kadar değerli ki! Öyle mutlu, öyle huzurluyum ki yanındayken, beklentilerle mahvetmiyoruz o anları. Beklentisiz seviyoruz. Sevdiğimiz için seviyoruz. Geçmişsiz, geleceksiz, beklentisiz, anlık seviyoruz…
Düne kadar böyle miydim; HAYIR!!! Başlarda çok zor geldi, her insan gibi beklentiye girdiğim anlarım çok oldu ama öyle zamanlarda önce kendimi, sonra da onu ne kadar üzdüğümü gördüm 🙁
Hala bazen aklımın yavaşça kaydığını hissettiğim zamanlar olmuyor değil, ama öyle anlarımda hemen durdurup, toparlıyorum kendimi. Çünkü; ne kadar gereksiz olduğunu görüyorum ve öyle zamanlarda farkında olmadan öyle şeyler yapıyor ki beni mutlu eden, beklesem ya da daha kötüsü dile getirsem asla o kadar mutlu olamayacağım şeylerle şaşırtıyor beni her seferinde… En önemlisi, bunları ben söylemeden, istemeden, içinden geldiği için yapıyor, işte, böylesinin çok daha güzel olduğunu anladığım andan beri beklentisizim. Ve belki de bu yüzden beklentiye girdiğimde ikimizi de kasacak ve belki de olmayacak herşey şimdi düşündüğüm anda beni şaşırtacak bir hızla oluveriyor 🙂
Zor değil, inanın hiç zor değil! Deneyin! Beklentisiz sevmeyi deneyin bir gün, sadece bir gün deneyin, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacak ve beklentilerle boğduğunuz aşklarınıza acıyacaksınız… 😉
Bu sabah işe gelirken takside dinledim, epeydir dinlemediğimi ve ne kadar özlediğimi farkettim… İstanbul bambaşka, şehir demeye dilim varmaz hiçbir zaman, insan gibi; nefes alır, nefes aldırır, boğulur, boğar, hüzünlenir, hüzünlendirir, eğlenir, eğlendirir, özler, özlenir… Sonbahar gelmiş İstanbul’a, orada yaşayan arkadaşlarım söylediler, akşamları ince hırka giymeler, gece üşüyüp örtüyü iyice üstüne çekmeler zamanıymış. Sonbahar’ın yaşandığı ender yerlerden biri o koca şehir ve baharı son da olsa öyle güzeldir ki…
Audio clip: Adobe Flash Player (version 9 or above) is required to play this audio clip. Download the latest version here. You also need to have JavaScript enabled in your browser.
Mevsim rüzgarları ne zaman eserse,
O zaman hatırlarım;
Çocukluk rüyalarım,
Şeytan uçurtmalarım…
Öper beni annem yanaklarımdan,
Güzel bir rüyada
Sanki sevdiklerim hayattalarken hala…
Akşama doğru azalırsa yağmur
Kız kulesi ve adalar,
Ah burda olsan çok güzel hala İstanbul’da sonbahar…
Her zaman kolay değil,
Sevmeden sevişmek,
Tanımak bir vücudu, yavaşça öğrenmek,
Alışmak ve kaybetmek…
İstanbul bugün yorgun,
Üzgün ve yaşlanmış,
Biraz kilo almış ağlamış yine
Rimelleri akıyor…
11 ayın sultanı Ramazan geldi, hoşgeldi…
Her yıl, kan sayımın ve açlık şekerimin sınırda olmasından dolayı, kan şekerimin ciddi ölçüde düşmesi bayılmalara kadar gider ve bilenler bilir, birçok kez hastanede serumla orucumu açmışlığım vardır 🙂 Ve ısrarla her yıl oruç tutmayı denerim, bu yıl da değişen birşey yok, bugün 2.günüm, laf aramızda yakınlarıma pek söylemiyorum ama arada bir yoklamaya başladı…
Bu problemimden ötürü ben genelde orucumu tatlıyla açıyorum, biraz yemek yedikten sonra da tatlıyla devam ediyorum. Yaz günlerinin kendini hissettirdiği bir zamanda oruç tutmanın zorluğu zaten malum. Gün boyu tutulan orucun ardından, -benim gibi sorunu olanlar için biraz daha fazla olmak şartıyla- şeker ihtiyacını karşılamak, meyveler ve şerbetli tatlılara göre daha hafif olan sütlü tatlılara düşüyor sanırım.
Nedense sadece Ramazan ayında tüketiliyor güllaç. Oysa, sütlü tatlıların şahıdır bana göre.
Tarife gelirsek; güllaç paketlerinin üzerindeki tarifle neredeyse aynı, süt ve şeker miktarı dışında fazla bir oynama yapmadım.
Malzemeler:
10-11 güllaç yufkası
2,5 lt süt
750g toz şeker
1 paket vanilya
üzerini süslemek için nar, dövülmüş ceviz veya antep fıstığı
Hazırlanışı:
Süt ve şekeri kaynatın, vanilyayı ekleyip biraz ılıklaşması için bekletin.
Bir güllaç yaprağını parlak kısmı yukarı gelecek şekilde tepsiye serin. Üzerine bir kepçe ılımış sütten gezdirin, diğer yaprağı bunun üzerine koyup tekrar süt gezdirin. Bu işlemi tüm yapraklar bitene kadar tekrarlayın.
Kalan sütü en üstteki yaprağın üzerine dökün. Süt fazla gelir diye korkmayın, yapraklar çok fazla süt çekiyor.
Buzdolabında 1-2 saat bekletin.
Servisten önce üzerini nar taneleri ve dövülmüş ceviz veya antep fıstığı ile süsleyin.
Afiyet olsun…
“Elinizdeki, neşeli bir kitap sayılmaz, ama tarihin bugüne uzayan bir yanı vardır ve belki de bu kitabı okuyanlar, geçmişte ne olduğunu öğrenmekle, kızılderilinin bugün ne olduğunu daha iyi anlayacaklardır. Amerikan mitinde kaba birtakım savaşçılar şeklinde basmakalıp bir biçime sokulan Kızılderililerin ağzından ince ve son derece akla yatkın sözlerin çıktığını görünce şaşıracaklardır…
Belki de, toprakla olan ilişkilerini büyük bir titizlikle koruyan bir halktan, toprak ile kendi aralarındaki ilişki hakkında biraz birşeyler öğreneceklerdir. Kızılderililer toprağın ve onun zenginliklerinin hayatla bir tutulması gerektiğini ve Amerika’nın bir cennet olduğunu çok iyi biliyorlardı; Doğu’dan gelen istilacıların niçin Kızılderililere ait herşeyin yanı sıra Amerika’nın kendisini de yok etmeye kararlı olduklarını anlayamadılar. Bu kitabın okurları, bugün Kızılderililerin yaşadıkları yerlerin yoksulluğunu, umutsuzluğunu ve sefaletini görme fırsatını bulurlarsa, bunun nedenlerini de gerçekten anlayabileceklerdir. ’O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığlı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hala o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde birşeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet… Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu… Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.’ -Kara Geyik-
Evet, kitabın arka kapağında yazanlar bunlar. Kısaca kendi yorumumu katmam gerekirse, Dee Brown 1970 yılında yazdığı bu inceleme kitabıyla yalnızca usta bir tarihçi değil, iyi bir yazar olduğunu da ispatlıyor. “Kalbimi Vatanıma Gömün” bir Amerikalı’nın Kızılderililerle ilgili yazmış olduğu belgelere dayanan en gerçekçi kitap sayılıyor. 1860 – 1890 arası anlatılıyor kitapta.
Kızılderililere Indian’lar adını ilk veren Kristof Kolomb’tu, çünkü Hindistan’da olduğuna inanıyordu. Kolomb kızılderililerle ilgili İspanya Kraliçesine şöyle yazmış vakti zamanında: “Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına majestelerin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Bu sözlerin hemen ardından gelenlerse ilginç: “Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.” Ve Kolomb’un 1492’de Amerika’ya ayak basmasının üzerinden on yıl bile geçmeden yüzbinlerce Kızılderili yokedildi.
1829’da kızılderililerin Keskin Bıçak adını taktığı Andrew Jackson Birleşik Devletler Başkanlığı görevine getirildi. Sınırdaki görevi sırasında Keskin Bıçak ve askerleri binlerce Cherokee’yi, Chicksaw’u, Choctow’u kılıçtan geçirdi.
Beyaz adamın savaşları, taşıdığı hastalıklar ve viskilerden dolayı kızılderili nüfusu çok azaldı ama onları esas mahveden Kalıcı Kızılderili Sınırı (Reservation Areas) olmuştu. Kızılderililer Sınırı, devlete ait toprakların kızılderililer için bir kenara atılmasıydı. Amaçları Kızılderili topraklarını adım adım ele geçirmekti. Washington’daki siyasetçiler “Kalıcı Kızılderili Sınırı”nı haklı göstermek için “Kader Bildirisi”ni (Manifest Destiny) icat ettiler. Avrupalılar ve torunları kader tarafından bütün Amerika’yı egemenlikleri altına almaya zorunlu kılınmışlardı. Onlar üstün ırk olduklarına inanıyorlardı.
1890’da Yaralı Diz (Wounded Knee) adı verilen en büyük kıyımlardan Sioux katliamı kızılderililerin sembolik olarak özgürlüğünün sonu oldu. Amerikan Hükümeti orduyu kızılderililerin üstüne saldı ve Yaralı Diz’de bulunan 350 kadın, erkek ve çocuktan yaklaşık 300’ü öldürüldü.
Kitapta yalnız Batı Amerika Kızılderilileri’nin tarihi değil, 49 ünlü şefin, kadınlarının ve savaşçılarının fotoğrafları, kızılderililerin kendine özgü dilleriyle yaptıkları tanıklıkları, şarkılar, silah zoruyla yokedilmiş bir ırkın bütün gelenekleri ve hayatı tümü belgelere dayandırılarak usta bir dille anlatılıyor. Kitabın ilk baskısı 1973 yılında E yayınları tarafından yayımlanmış. Ben yine E yayınlarından 1990 yılında çıkan ikinci baskısına yetişebildim. Eski bir kitap, epey zaman geçti okumamın üstünden, okudukça onları neden bu kadar sevdiğimi, neden kendimden birşeyler bulduğumu anlamış, birçok bölümünde de kendimi tutamayıp ağlamıştım. Tarihle ilgilenenlere tavsiye edebileceğim etkileyici bir kitap…
Yalnızlık zor, etrafınız kalabalıkken yalnız olmak, yalnız hissetmek, gerçekten yalnız olmaktan çok daha zor! “Yalnız kalmak istediğim zamanlar tamam ama isteğim dışında yalnız kalmak çok fazla olmasın hayatımda” tipik dualarımdan biridir, sevmiyorum ben yalnız olmayı. Yaşamımın her kesitinde, sevdiğim herşeyi sevdiğim herkesle paylaşmalıyım, diğer türlüsü üzer, yorar beni…
En büyük şairler, yazarlar ne güzel özetleyivermişler sayfalarca yazsak anlatamayacağımız duyguları; “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz…” demiş Özdemir Asaf “Yanımda kimse olmadığından değil yalnızlığım, yalnız olduğumu söyleyebileceğim kimsem olmadığından yalnızım ben…” demiş Ahmet Altan…
Kendi yalnızlıklarını, duygularını anlatmak ve yazmak öyle zor gelir ki ve o anlarda okuduğun, dinlediğin birşey öyle sana ait ve sendir ki; o hazır maskeleri takma ihtiyacı duyarsın çıplak yalnızlığının yüzüne… Başkalarına ait yalnızlık şiirleri okursun, garip bir yalnızlık oyununun içinde, hepsine senin yalnızlığın sinmiştir sanki, oysa senin yalnızlığın hepsinden daha öte…
Bazen de bırakırsın tüm kelimeleri, şiirleri, yanağındaki bir damla gözyaşı kadar yalnızsındır işte…
Yalnızlığa dayanırım da,
Bir başınalığa asla!
Yaşamak hoş değil, duvarlara baka baka!
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla…
Korkmam; geçinip gideriz biz mutlulukla.
Ama;
“Günün aydın, akşamın iyi olsun!”
Diyen biri olmalı.
Bir telefon sesi çalmalı,
Ara sıra da olsa kulağımda.
Yoksa zor değil, hiç zor değil;
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama “çaya kaç şeker alırsın?”
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra…
CAN YÜCEL
Arama
Özlem Pehlivan
12 Ocak doğumlu, sevimli bir oğlak burcu kadını...
Okumayı çok seviyor. Günde 50-100 sayfa okumadan rahat edemiyor. Başucunda en az 3-4 kitap var. Okumayı sevdiği kadar yazmayı da seviyor, değer verdiği ve yüzünü güldürebilen herkese sürekli yazıyor...
Facebook Sayfası
Kategoriler
- Blog 89
- Boutique Cakes 36
- Recipes 135
- Atıştırma 68
- Balık 5
- Börek 12
- Çorba 2
- Et & Tavuk 20
- Hamur İşi 25
- İçecek 1
- Kahvaltı 27
- Kek & Kurabiye 17
- Kısa Kısa & Püf 1
- Makarna & Pilav 9
- Reçel & Turşu & Zeytin & Sos 10
- Salata & Meze 20
- Sebze 19
- Tatlı 25
- Yöresel & Dönemsel 12
- Zeytinyağlı 10