"Okumalı" kategorisine yazılan yazılar.

yazan Özlem Pehlivan

Senaryoya dökülmüş hallerini genelde başarısız bulduğumdan, okuduğum kitapların görselliğe dönüşmesi beni mutsuz eder, hiç keyif almam. Okurken içine daldığınız dünya farklıdır, hayalinize göre şekillenir.Karakterler, mekanlar, sesler, kokular hepsi sizdendir, sizindir. Senaryolaştırıp önünüze koyulan “şey”, hiç bir zaman -ya da çoğu zaman diye hafifleteyim hadi- o hayallerinizle örtüşmez.

Merak edip de karşısına oturduğun diziden, filmden o tadı alamadığında da işin rengi değişir. Her sahnesine, her repliğine kulp takmaya başlar, yetmez her karşına çıktığında hırsla kanal değiştirecek kadar kıl olursun.

O bayıldığın, neredeyse “hayatımın kitabı” dediğin kitaptan bile soğursun.

Çok kitap okuyorum, içlerinden birçoğu dizi ya da filme dönüştürülüyor sonradan. Hikayenin çok fazla içine girmemişsem, pek içime sinmemişse zaten sorun yok ama tam tersinde durum vahim. Anlattığım duyguları aynen yaşıyorum, hatta yaşadıklarımdaki abartı, anlattıklarımın epey ötesinde diyebilirim.

Başarılı olanlar -ya da benim başarılı bulduklarım demek daha doğru sanırım- yok mu? Elbette var. Sayıları çok az da olsa var. İşte onlardan biri; Kahperengi‘nin Merhamet hali.

Hande Altaylı’nın henüz hiçbir kitabını okumamışkendi, sırf adındaki harf oyunu cazibesiyle annemin kitaplığından elime alıp, şöyle bir göz gezdirdiğim. Yokluktan varlığa yolalan öyküyü okurken bir şey oldu ve o şey çöreklenip oturdu içimde bir yerlere.

Aklım hep ondaydı, kaldığım satırda. 15 dakikalık dönüş yolu uzadıkça uzadı sanki. Ben hep Narin’deydim; konuşursam, öykünün içinden çıkıvermekten korkarak geçirdim, bana uzun gelen, aslında kısacık olan zamanı.

‘Bir solukta’ denir ya hani; bende sanki o bir soluk da yoktu, fazlaydı, lüzumsuzdu, soluksuzdum. Kaldığım satırdan, son noktaya geldiğimde koltuğun köşesinde ne kadar zaman geçirdiğimin farkında değildim.

Son sayfanın ardındaki kapağını çevirdiğimde, kimbilir ne zamandır içimde hapsettiğim, yorgun, tuhaf, eski bir soluk çıktı güçlükle dudaklarımdan…

Onca zaman geçti üzerinden, geçtiğimiz yazda kaldı o duygu, o soluk. Ama ben, içimde bir yerlerde öyle benimseyip, özümsedim ki Narin’i ve öyküsünü, içimdeki çocuk, genç kız, güçlü kadın karışımı ona dönüştü, sımsıkı sarılıp sarmaladım onda kendimi.

Kitabı anlatmayacağım, bunca yoğunluk yaşatan, beni böylesine derinden etkileyen bir öyküyü anlatmaya uygun kelimelerim yok.

Dizisinin başlayacağını duyduğumda itiraf ediyorum; çok üzüldüm. Yine o güzel kitapların başına getirilen hazin sonu yaşayacağından ziyade, yüreğimin acımasından -biliyorum çok az kişi beni anlayabilecek- korktum, içim daraldı.

“Oyuncular iyi, şöyle bir göz ucuyla bakayım, olmadı kanalı favorilerden kaldırıp arkalara doğru atarım” dedim içimden, çok ciddiyim gerçekten düşündüm bunu.

Şimdilerde epey bölüm geçti, o gözucuyla başladığımın üzerinden. Ve ben, her bölümde hayalimdekileri hatta daha ötesini canlanmış halde izlemenin şaşkınlığı içerisindeyim. Aşkı, nefreti, öfkeyi, hüznü, mutluluğu, yokluğu, varlığı, onuru, onursuzluğu yaşıyorum, o hislerin tamamını geçirebiliyorlar bana ekrandan.

Öykünün içindeyim hep, araba kullanırken takip ediliyorum sanıyorum.

Yolda arkamdan gelen koltuk değnekli adama Mehmet’mi acaba diye dönüp bakıyorum.

Her an bir köşeden Moskof Recep’in çıkıvermesinden ve bana, gözlerimin içine ‘öyle’ bakmasından korkuyorum.

Ofisin çaycısının çalışmayan, kendine de çocuklarına da kötü davranan kocasına ısrarla tahammül etmesine artık daha çok sinirleniyorum, Hatice farzederek tutup kollarından silkelemek istiyorum kendine gelsin diye.

Hiç kimsenin idrak edemeyeceği kadar sevmiş, uğrunda herşeyi göze almış, taşıyamadığı kadar büyük ve karşılıksız olsa da aşkını omuzlamış, vazgeçmeden körkütük ilerleyen insanoğlunun dişisi Irmak, erkeği Babür/Sermet artık gözümde.

Sokakta yanımdan geçen, üstü başı pek de düzgün olmayan kız çocukları, Şadiye gibi bakıyorlar bana hep; aç, aciz, ürkek, olabildiğine masum.

Özlediğim, uzun zamandır oturup dertleşemediğim dostuma, adı bambaşka olsa da Deniz diyesim geliyor.

Necati Abi’ye sımsıkı sarılıp, “iyi ki varsın” demek, hayatının sonuna dek kol kanat gerip, rahat yaşatmak istiyorum.

‘Sonucu ne olacaksa olsun’ şeklinde yaşamayı, yalan dolanla el üstünde tutulmaya yeğleyen en dobra adamlar Can, insan ruhuna iyi gelen, her yüreğe lazımlar Atıf, tipik Türk filmi misali; onurundan vazgeçmeyen, aşık olduğu esas kızı kaybetmek pahasına da olsa bildiklerini, hissettiklerini kendine saklayan, saysan bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kalmış olan, yeryüzündeki en aşık, en güzel bakan tüm adamlar Fırat artık bundan böyle.

Peki ya Narin? Ben tabii ki; onu kimselere bırakamam, bırakmam. Nerelerden geldiğimi, ne zor yollardan geçtiğimi bilen herkesin istisnasız bu benzetmeye katılacağı, katılmasalar da umurumda olmayacağı bir yerindeyken yaşamımın, benden başkasına yakışmaz Narin olmak…

Her seferinde geçmişimi gün yüzüne çıkartıp, unuttuğumu sanarak kendimi kandırdıklarımla yeniden yüzleşmemi sağlamanız, iyi birşey mi bilmiyorum.

Tek bildiğim; bana ilk kez, bir kitabın yaptığından çok daha fazlasını bırakacak  kadar içinde olduğunuz, yaşadığınız, yaşattığınız öykü için naçizane hepinize ve Hande Altaylı‘ya kendi çapımda bir teşekkür borçlu olduğum.

Anlamı var ya da yok; teşekkür ederim…

03 Mayıs 2013
3.136 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

En sevdiğim ve sıkı takip ettiğim yazarlardandır Kürşat Başar… Yazım dili çok kuvvetli, akıcı ve anlaşılabilirdir. Lise yıllarımda okuduğum ilk ve en en beğendiğim kitabıdır; Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum…

İlk okumamın üstünden geçen onca yılda kaç kez daha okumuşumdur kimbilir. Her defasında beni derinden etkilemeyi başarmış ender kitaplardandır. Bir de, “Bir kitap okudum, hayatım değişti” cümlesinin içinizden taşmasına engel olamayacaklarınızdan… Yani demem o ki; kesinlikle okunmalıdır, hem de birkaç kez 😉

“…Tenimde, tenimin altında bir yerlerde, o şarkıdaki gibi saklıyorum onu. Bir düşte elimden tutuyor ama çok çok uzakta, göremiyorum bile… Nasıl olup da görünmeyecek kadar uzaktayken elini tutabildiğime şaşırıyorum…”

“…Sen olsaydın yapmazdın, biliyorum… Ama herkes senin gibi sahici olanı, yaşamını küçük mutluluklarla dolduracak, ölümün görüntülerinden kendini uzaklaştıracak, sonradan yürekte yerleşip kalan o saplanmaları duymayacağı bir yaşamı önceden kurgulayamıyor. Belki birgün, suskunlukların, tutsak edilmiş düşlerin kişiyi, nasıl böyle dönülmez sınırlara sürüklediğini anlarsın…”

“…Babam, ölümünden hemen önce, “Bazen sert bir rüzgar esebilir” demişti, “O zaman boynunu eğmekten utanma, yeniden başını kaldıracağını, yalnızca rüzgarın geçmesini beklediğini düşün…” Gerçekten öyle mi, hayat yalnızca ara sıra gizlenmemiz gereken rüzgarlarla mı dolu, eğer onlardan korunabilirsek bunca acıdan da korunabilir miyiz?”

“…Buradayım. Yağmur öyle çok yağıyor ki; görmesen bile sürekli onu duyuyorsun. Uyurken hep ıslanıyormuşum gibi geliyor. Sana ne çok yazıyorum ama hiçbirini yollamıyorum. Yazar yazmaz herşey eskiyor sanki, sözcükler uzaklığa ve zamana dayanıklı değil. Sen de hep bu yeniden kurgulanmış, ayıklanmış kartlarla yetinmek zorunda kalıyorsun. Sevmeyi bilmediğim doğru ama özlemeyi ve hissetmeyi bildiğimi sanıyorum. Buradayım, yağmur yağıyor ve anlayabildiğim, kendim hakkında, sözcükler halinde belirginleştirebildiğim tek şey bu…

18 Şubat 2009
2.625 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

“Elinizdeki, neşeli bir kitap sayılmaz, ama tarihin bugüne uzayan bir yanı vardır ve belki de bu kitabı okuyanlar, geçmişte ne olduğunu öğrenmekle, kızılderilinin bugün ne olduğunu daha iyi anlayacaklardır. Amerikan mitinde kaba birtakım savaşçılar şeklinde basmakalıp bir biçime sokulan Kızılderililerin ağzından ince ve son derece akla yatkın sözlerin çıktığını görünce şaşıracaklardır…

Belki de, toprakla olan ilişkilerini büyük bir titizlikle koruyan bir halktan, toprak ile kendi aralarındaki ilişki hakkında biraz birşeyler öğreneceklerdir. Kızılderililer toprağın ve onun zenginliklerinin hayatla bir tutulması gerektiğini ve Amerika’nın bir cennet olduğunu çok iyi biliyorlardı; Doğu’dan gelen istilacıların niçin Kızılderililere ait herşeyin yanı sıra Amerika’nın kendisini de yok etmeye kararlı olduklarını anlayamadılar. Bu kitabın okurları, bugün Kızılderililerin yaşadıkları yerlerin yoksulluğunu, umutsuzluğunu ve sefaletini görme fırsatını bulurlarsa, bunun nedenlerini de gerçekten anlayabileceklerdir. ’O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığlı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hala o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde birşeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet… Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu… Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.’ -Kara Geyik-

 

Evet, kitabın arka kapağında yazanlar bunlar. Kısaca kendi yorumumu katmam gerekirse, Dee Brown 1970 yılında yazdığı bu inceleme kitabıyla yalnızca usta bir tarihçi değil, iyi bir yazar olduğunu da ispatlıyor. “Kalbimi Vatanıma Gömün” bir Amerikalı’nın Kızılderililerle ilgili yazmış olduğu belgelere dayanan en gerçekçi kitap sayılıyor. 1860 – 1890 arası anlatılıyor kitapta.

Kızılderililere Indian’lar adını ilk veren Kristof Kolomb’tu, çünkü Hindistan’da olduğuna inanıyordu. Kolomb kızılderililerle ilgili İspanya Kraliçesine şöyle yazmış vakti zamanında: “Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına majestelerin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Bu sözlerin hemen ardından gelenlerse ilginç: “Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.” Ve Kolomb’un 1492’de Amerika’ya ayak basmasının üzerinden on yıl bile geçmeden yüzbinlerce Kızılderili yokedildi.

1829’da kızılderililerin Keskin Bıçak adını taktığı Andrew Jackson Birleşik Devletler Başkanlığı görevine getirildi. Sınırdaki görevi sırasında Keskin Bıçak ve askerleri binlerce Cherokee’yi, Chicksaw’u, Choctow’u kılıçtan geçirdi.

Beyaz adamın savaşları, taşıdığı hastalıklar  ve viskilerden dolayı kızılderili nüfusu çok azaldı ama onları esas mahveden Kalıcı Kızılderili Sınırı (Reservation Areas) olmuştu. Kızılderililer Sınırı, devlete ait toprakların kızılderililer için bir kenara atılmasıydı. Amaçları Kızılderili topraklarını adım adım ele geçirmekti. Washington’daki siyasetçiler “Kalıcı Kızılderili Sınırı”nı haklı göstermek için “Kader Bildirisi”ni (Manifest Destiny) icat ettiler. Avrupalılar ve torunları kader tarafından bütün Amerika’yı egemenlikleri altına almaya zorunlu kılınmışlardı. Onlar üstün ırk olduklarına inanıyorlardı.

1890’da Yaralı Diz (Wounded Knee) adı verilen en büyük kıyımlardan Sioux katliamı kızılderililerin sembolik olarak özgürlüğünün sonu oldu. Amerikan Hükümeti orduyu kızılderililerin üstüne saldı ve Yaralı Diz’de bulunan 350 kadın, erkek ve çocuktan  yaklaşık 300’ü öldürüldü.

Kitapta yalnız Batı Amerika Kızılderilileri’nin tarihi değil, 49 ünlü şefin, kadınlarının ve savaşçılarının fotoğrafları, kızılderililerin kendine özgü dilleriyle yaptıkları tanıklıkları, şarkılar, silah zoruyla yokedilmiş bir ırkın bütün gelenekleri ve hayatı tümü belgelere dayandırılarak usta bir dille anlatılıyor. Kitabın ilk baskısı 1973 yılında E yayınları tarafından yayımlanmış. Ben yine E yayınlarından 1990 yılında çıkan ikinci baskısına yetişebildim. Eski bir kitap, epey zaman geçti okumamın üstünden,  okudukça onları neden bu kadar sevdiğimi, neden kendimden birşeyler bulduğumu anlamış, birçok bölümünde de kendimi tutamayıp ağlamıştım. Tarihle ilgilenenlere tavsiye edebileceğim etkileyici bir kitap…

18 Ağustos 2008
5.618 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Atatürk’ün son 300 gününü ve ölümünün hikayesini anlatan Sarı Zeybek belgeseli, ilk kez 1993’ün Kasım ayında ekrana geldi.

Gördüğü ilgi üzerine birkaç ay içinde 3 kez daha yayımlandı. Ardından video kaset olarak piyasaya çıktı. Türkiye’de ilk kez bir belgesel, satış rekoru kırdı.

Kaset, yurdun dört bir yanında ilk ve orta dereceli okullarda eğitim filmi olarak gösterildi.

Sonra ödüller geldi. Sarı Zeybek, Hürriyet’in Kelebek eki tarafından 1993’ün En Başarılı Belgeseli seçildi ve daha bir çok yerden, bir çok ödül aldı.

Can Dündar’ın belgeselde yer verilemeyen ayrıntılarla zenginleştirdiği bu kitabında, Atatürk’ün hastalığının 1923’ten itibaren başlayan gelişimini, ‘ölümünde doktorların ihmali var mı? ‘ sorusunun yanıtını, tedaviye çocukça direnişinin ve son dönemdeki yalnızlığının öyküsünü, İnönü’yle kavgasının perde arkasını ve o, ölüm döşeğindeyken başlayan iktidar kavgasının bilinmeyen ayrıntılarını bulacaksınız.

Tamamını Oku

06 Ağustos 2008
4.556 görüntüleme

yazan Özlem Pehlivan

Geçtiğimiz günlerde Cengiz Aytmatov’un hakka yürüdüğünü bilmeyenimiz yoktur. Hepimizin bilerek ya da bilmeyerek kalbine taht kuran bir yazardı Aytmatov. “Erken Gelen Turnalar, Fuji-Yama, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek” pek çoğumuza bir anlam ifade etmez. Ne zaman ki “Selvi Boylum, Al yazmalım” denilse, hepimiz Asya ile İlyas’ın aşkını hatırlarız.

Kimbilir kaç kez seyretmiş, bütün sahnelerini ezberlemişizdir. Ama ne zaman bir yerlerde rastlasak bir kez daha izlemekten kendimizi alamayız. Türkan Şoray’ ın en güzel, Kadir İnanır’ ın en bıçkın, Ahmet Mekin’ in en usta yıllarına denk gelmiştir. Atıf Yılmaz’ın bu filmi Cengiz Aytmatov’un “Al Yazmalım, Selvi Boylum” romanından Ali Özgentürk tarafından, saat gibi işleyen bir senaryoyla sinemaya uyarlanmış, Türkiye’ nin en güzel yerlerinden Orta Toroslar’da çekilmiştir.

Cahit Berkay tarafından bestelenen enfes müziği ise; neredeyse oyuncularından rol çalacak derecede hafızalarda yer etmiştir. Filmin bütün unsurları tek başlarına iyidirler; bir araya geldiklerinde oluşturdukları bileşim ise mükemmeldir.

Sen…

Sevgi neydi?
Sevgi iyilikti, dostluktu,
Sevgi emekti…
Durursam bir daha kurtulamam.
Ziyanı yok gülüşü yeter bize.
Yüreğim kaydıysa günah mı?
Çamura saplansam yardıma gelir misin?
Elini tuttum sıcacıktı, yüreği elimdeymiş gibi.
Elinden tutuversem benimle gelir mi?
Seninim işte, alıp götürsene beni.
Elveda Asya, elveda selvi boylum al yazmalım elveda.
Bitmemiş türküm benim…

Günler geçiyor, yapraklar birer birer dökülüyor. Yenileri filizleniyor mu endişesi hepimizi sarıyor değil mi?

03 Ağustos 2008
4.691 görüntüleme
Sarı Çerçeve - Hediyelik Çerçeveli Posterler

Arama

Özlem Pehlivan

12 Ocak doğumlu, sevimli bir oğlak burcu kadını...

Okumayı çok seviyor. Günde 50-100 sayfa okumadan rahat edemiyor. Başucunda en az 3-4 kitap var. Okumayı sevdiği kadar yazmayı da seviyor, değer verdiği ve yüzünü güldürebilen herkese sürekli yazıyor...

Facebook Sayfası

Arşiv

tr_TRTurkish