Hani bazı sabahlar içiniz kıpır kıpır uyanırsınız. Çok değişik şeyler görmüşsünüzdür rüyanızda. Hemen birilerini bulup, gördüğünüz şeyi anlatmak istersiniz. Belki de rüyanızda birini görmüşsünüzdür ve arar gördüklerinizi anlatmak istersiniz. Neyse birileri bulunur ve anlatılmaya başlanır. Ağzınızdan çıkanlar bırakın karşınızdakini, sizi bile heyecanlandırmaz.
O hayali kelimelere dökmek anlamsız gelir ve vazgeçersiniz paylaşmaktan, çünkü hiçbir iletişim aracı heyecanınızı paylaşmaya yetmeyecektir.
Duyabileceğiniz en iyi gitar sololarından birine sahip olan Comfortably Numb‘da böyle bir şarkı. Dinlediğiniz andaki ruh halinize göre kabusunuz ya da en güzel anınız olabilir. Her dinledikten sonra içinizi bir titreme alır fakat hissettiklerinizi tanımlamakta sözcükler yetersiz kalır. Yapabileceğiniz tek şey; içinizdekini hissetmesini istediğiniz insanı yanınıza alıp şarkıyı beraber dinlemektir…
İnsanı rahatlatan, hüzünlendiren, haz veren, başka yerlere götürebilen, bu duyguların hepsini birarada barındırdığı için de çok özel bir Pink Floyd şarkısı…
hello.
is there anybody in there?
just nod if you can hear me.
is there anyone home?
come on, now.
i hear you’re feeling down.
well i can ease your pain,
get you on your feet again.
relax.
i need some information first.
just the basic facts:
can you show me where it hurts?
there is no pain, you are receding.
a distant ship’s smoke on the horizon.
you are only coming through in waves.
your lips move but i can’t hear what you’re sayin’.
when i was a child i had a fever.
my hands felt just like two balloons.
now i got that feeling once again.
i can’t explain, you would not understand.
this is not how i am.
i have become comfortably numb.
ok.
just a little pinprick.
there’ll be no more –aaaaaahhhhh!
but you may feel a little sick.
can you stand up?
i do believe it’s working. good.
that’ll keep you going for the show.
come on it’s time to go.
there is no pain, you are receding.
a distant ship’s smoke on the horizon.
you are only coming through in waves.
your lips move but i can’t hear what you’re sayin’.
when i was a child i caught a fleeting glimpse,
out of the corner of my eye.
i turned to look but it was gone.
i cannot put my finger on it now.
the child is grown, the dream is gone.
i have become comfortably numb.
———————————————
merhaba,
içeride kimse var mı?
yalnızca başını salla beni duyabiliyorsan
evde kimse var mı?
hadi ama,
duyuyorum kendini kötü hissettiğini
yatıştırabilirim acını
ve ayağa kalkmanı sağlıyabilirim senin
gevşe
biraz bilgiye ihtiyacım var önce
yalnızca temel şeyler
gösterebilir misin bana neresinin acıdığını?
azalttığın hiçbir acı yok
uzak bir geminin dumanı tütüyor ufukta
sen dalgaların içinden geçerek yaklaşıyorsun
dudakların kımıldıyor fakat duyamıyorum ne söylediğini
çocukken ateşlenmiştim bir gün
ellerim sanki balon gibiydiler
şimdi aynı duyguyu bir kez daha yaşıyorum
anlatamam, anlayamazsın da
ben normalde böyle değilim
şimdi keyifli bir uyuşukluk içindeyim
tamam
yalnızca bir iğne batması
artık kalmayacak hiç bir aaaaahhhhhhhhh
fakat kendini belki biraz hasta hissedebilirsin
ayağa kalkabilir misin?
sanırım etkisini gösteriyor, iyi
bu senin gösteriyi sürdürmeni sağlayacak
hadi gitme zamanı
azalttığın hiçbir acı yok
uzak bir geminin dumanı tütüyor ufukta
sen dalgaların içinden geçerek yaklaşıyorsun
dudakların kımıldıyor fakat duyamıyorum ne söylediğini
çocukken bir şey ilişmişti gözümün ucuna
dönüp baktım fakat kaybolmuştu
tanımlayamıyorum şimdi onu
çocuk büyüdü
düş kayboldu
ve ben keyifli bir uyuşukluk içindeyim
Eski zamanlarda Hint İmparatoru, satranç oyununu yanında bir mektupla hediye olarak Pers İmparatoru’na gönderir. Oyunla ilgili hiçbir açıklama bulunmayan mektubunda şöyle bir mesaj yazar:
‘Kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa o kazanır. İşte hayat budur…’
Pers İmparatoru, dönemin en bilgili veziri olan Buzur Mehir ile bu mesajı paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve karşılık olarak Hint İmparatoru’na hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister.
Vezir haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve oyunu çözer. Daha sonra da 10 günde tavlayı icat eder ve imparatora sunar.
Pers İmparatoru’nun başveziri Buzur Mehir tarafından 1400 yıl önce tasarlanan tavla oyunu, dünyanın en popüler oyunlarından biridir. Zaman kavramından alınan ilhamla tasarlanan oyunun, zamana böylesine direnmesi son derece etkileyici…
Tavlanın 1 tane olması senenin birliğini
4 köşesi, 4 mevsimi
İçindeki karşılıklı altışar hane, 12 ayı
Pulların toplamı, ayın 30 gününü
Siyah-beyaz pullar, gece ve gündüzü
Karşılıklı onikişer hane, günün 24 saatini simgeler…
Pers İmparatoru, Hint İmparatoru’na satranca karşılık olmak üzere tasarlanan tavlayı gönderirken şöyle bir mesaj ekler:
‘Evet, kim daha çok düşünüyor, kim daha çok biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa o kazanır. Ama biraz da şans gerekir. İşte asıl hayat budur… ‘
Vaktiyle, binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla giren bir adam, yılanlar tarafından padişahları Şahmeran’a götürülür. Şahmeran adama canını bağışlayacağını ancak kendisini misafir etmek zorunda olduğunu söyler. Yerini bilen birini serbest bırakarak kendi hayatını tehlikeye atmak istememektedir.
Şahmeran ona çok iyi davranır. Adam bir dediği iki edilmeden bütün ihtiyaçları sağlanarak yaşamakta, günlerinin büyük bölümünü Şahmeran’la sohbet ederek geçirmektedir. Ne kadar rahat da olsa, gerçek dünyadan uzak bir mağarada süren bu hayattan sıkılan adam, bir gün yeryüzüne dönmek için Şahmeran’dan izin ister.
Şahmeran adama güveninin tam olduğunu, yerini kimseye söylemeyeceğine inandığını belirterek gitmesine izin verir. Ancak kendisini gördüğü için vücudunun pul pul olacağını, bu yüzden vücudunu kimseye göstermemesi gerektiğini de tembih eder.
Yeryüzünde normal hayatına dönen adam, Şahmeran’ı gördüğünü hiç kimseye söylemez. Bu arada padişahın kızı hasta olmuş, tedavisi için bütün ülke seferber edilmiştir. Kızın iyileşmesini en çok isteyenlerden biri de vezirdir. Gerçek amacı kızla evlenip, oğlu olmayan padişahın yerine ülke yönetimini ele geçirmek olan vezir, bütün büyücüleri toplayarak, bu hastalığa çare bulmalarını ister. Büyücülerden birisi, Şahmeran’ın bulunup öldürülmesi ve vücudundan alınacak bazı parçaların kaynatılıp içirilmesi durumunda kızın iyi olacağını söyler. Şahmeran’ı bulabilmek için de vücudu pullu kişilerin aranması gerektiğini ekler. Vezir ülkedeki herkesi zorunlu olarak hamama götürüp soydurarak, Şahmeran’ı gören kişiyi bulur.
Adam, Şahmeran’ı öldüreceğini vaat ederek mağaraya gider. Şahmeran’a bütün gerçekleri anlattıktan sonra, ne yapması gerektiğini sorar. Şahmeran: “Ölümümün senin elinden olacağını zaten biliyordum” diyerek kendisini öldürmesini, ancak bunun gizli tutulmasını ister. Çünkü öldüğü duyulursa, dünyadaki bütün yılanlar, insanlardan öç almaya kalkacaklardır.
Daha sonra: “Kuyruğumun suyunu kaynat ve vezire içir ki; kısa zamanda ölsün. Gövdemin suyunu kaynat ve kıza içir ki; iyileşsin. Kafamın suyunu kaynat ve iç ki; Lokman Hekim olasın” diye ekler. Adam biraz da buruk bir şekilde bunları dinler. Şahmeran yılanlara, adamın misafiri olarak gideceğini, çok uzun yıllar dönmeyeceğini, kendisini merak etmemelerini söyler ve yeryüzüne çıkarlar. Adam Şahmeran’m dediklerini yapar. Vezir ölür, kız iyileşir, kendisi de Lokman Hekim olur…
KAYNAK: Yrd.Doç.Dr. Refıye Şenesen
Zülfü Livaneli efsaneyi, hem senaryosunu yazarak hem de yöneterek film haline getirmişti…
Atatürk’ün son 300 gününü ve ölümünün hikayesini anlatan Sarı Zeybek belgeseli, ilk kez 1993’ün Kasım ayında ekrana geldi.
Gördüğü ilgi üzerine birkaç ay içinde 3 kez daha yayımlandı. Ardından video kaset olarak piyasaya çıktı. Türkiye’de ilk kez bir belgesel, satış rekoru kırdı.
Kaset, yurdun dört bir yanında ilk ve orta dereceli okullarda eğitim filmi olarak gösterildi.
Sonra ödüller geldi. Sarı Zeybek, Hürriyet’in Kelebek eki tarafından 1993’ün En Başarılı Belgeseli seçildi ve daha bir çok yerden, bir çok ödül aldı.
Can Dündar’ın belgeselde yer verilemeyen ayrıntılarla zenginleştirdiği bu kitabında, Atatürk’ün hastalığının 1923’ten itibaren başlayan gelişimini, ‘ölümünde doktorların ihmali var mı? ‘ sorusunun yanıtını, tedaviye çocukça direnişinin ve son dönemdeki yalnızlığının öyküsünü, İnönü’yle kavgasının perde arkasını ve o, ölüm döşeğindeyken başlayan iktidar kavgasının bilinmeyen ayrıntılarını bulacaksınız.
Bir kadın çocuktur aslında. Çocuk gibi davranmayı sever.. Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini de ister. Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak okşamalıdır erkek kadını.. Ama her kadın çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister.Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz, ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz.
Bir kadın güçlüdür aslında. Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür. Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez. İster ki erkeğin gücü kendisine huzur versin. Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler. Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir. Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz. Yapmak istediği birşey varsa mutlaka yapar.
Bir kadın sevgilidir aslında. İçinde her zaman sevgiyi taşır. Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz. Zor sever ama tam sever. Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir. Ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız. Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz. Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette. Bunun nedeni ise engelleyemedikleri acımak duygusudur.
Bir kadın yalnızdır aslında. Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez. Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Yalnızlık onun sığınağıdır. O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir. Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz.
Bir kadın bilgindir aslında. Neler yapabileceğini erkek aklı hayal bile edemez.Yaratıcılığının sınırı yoktur. Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler. Hoyratça harcamaz yaratıcılığını sadece erkeğine saklar. Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü yaşamınız asla sıradan olmayacaktır.
Bir kadın hayattır aslında. Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor. Yemek yemek, su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz?
Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız, ne yazık ki yaşamıyorsunuz…
Can DÜNDAR
Savaşlarla dolu dünyaya hiç silah satıcısının gözünden bakmayı düşündünüz mü?
Anlaşılacağı üzere koyu bir Nicolas Cage takipçisiyim. Cage’in inanılmaz oyunculuğuna bir kez daha hayran kalacağınız Andrew Niccol’ün “Savaş Tanrısı” Ukrayna’da doğan, Amerika’ya yerleşen Yuri Orlov isimli bir silah satıcısının hikayesi. Film “Dünyada oniki kişiden birinde silah var. Soru şu: Diğer onbir kişiye nasıl silah satacağız?” diye başlıyor. Yaptığı işi o kadar düzgün ve mantıklı açıklıyor ki şaşırıp kalıyorsunuz. O nedenle de İnterpol tarafından asla yakalanamıyor. Mesela; dünyada içki ve sigaradan ölenlerin sayısının ateşli silahlardan ölenlerin sayısından çok daha fazla olduğunu, ateşli silahların en azından emniyet kilidi olduğunu söylediğinde sadece “Evet, haklı!” diyebiliyorsunuz.
Evet, Savaş Tanrısı filminde seyrettiklerimin tamamı gerçek. Zaten filmin sonunda da gerçek olaylardan esinlenilmiştir diyor. Film o kadar gerçek ki… Bir sahnede gerçek silah satıcılarından temin edilen 3.000 adet gerçek AK-47 (kalaşnikof) kullanılmış. Sebebi ise malesef acı bir gerçekle yüzleşmemize neden olacak cinsten. Sahtelerini yapmak, gerçeklerini temin etmekten çok daha pahalıya maloluyormuş. Filmde kullanılan tanklar da silah kaçakçılarına ait olup, çekimlerden sonra satılmışlar. Çekimler sırasında o kadar çok tank kullanılmış ki gerçekten savaş başladı zannedilmesin diye NATO’ya haber verilmek zorunda kalınmış. Ve tabi ki böyle bir filmin arkasında hiçbir Amerika’lı film yapımcısı yer almamış. (Filmin yönetmeni Yeni Zelanda’dan)
Filmde insanı düşünmeye yönlendiren, gerçeklerle yüzleştiren yüzlerce cümle, yüzlerce diyalog var.
Kesinlikle hayatımın filmi! Meg Ryan’nın cazibesine, Nicolas Cage’nin dayanılmaz çekiciliğini katınca filmi anlatmaya gerek bile duymuyorum…
Başucu kitapları gibi başucu filmlerim de vardır benim. Her zaman en üstte duran filmse Melekler Şehri’dir.
Bilindiği gibi aslında epey eski olan film, bende eskimeyen ve asla eskimeyecek çok özel bir yere sahip. Kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum ve daha kaç kez bıkmadan izleyeceğimi bilemiyorum.
Çok kısacık özetleyecek olursam; Ryan, hastasını kaybeden bir kalp cerrahını (Maggie) oynarken ebedi koruyucusu Cage (Seth) onun meleği rolünde. Ölümsüzlükten bile daha üstün bir tek şey var, o da AŞK…
Wim Wenders’ın 1988 tarihli başyapıtı Wings of Desire’dan… Hala izlemediyseniz ilk fırsatta izlemenizi, hatta bununla yetinmeyip arşivinizde kesinlikle bulundurmanızı öneririm…
Arama
Özlem Pehlivan
12 Ocak doğumlu, sevimli bir oğlak burcu kadını...
Okumayı çok seviyor. Günde 50-100 sayfa okumadan rahat edemiyor. Başucunda en az 3-4 kitap var. Okumayı sevdiği kadar yazmayı da seviyor, değer verdiği ve yüzünü güldürebilen herkese sürekli yazıyor...
Facebook Sayfası
Kategoriler
- Blog 89
- Butik Pastalar 36
- Tarifler 135
- Atıştırma 68
- Balık 5
- Börek 12
- Çorba 2
- Et & Tavuk 20
- Hamur İşi 25
- İçecek 1
- Kahvaltı 27
- Kek & Kurabiye 17
- Kısa Kısa & Püf 1
- Makarna & Pilav 9
- Reçel & Turşu & Zeytin & Sos 10
- Salata & Meze 20
- Sebze 19
- Tatlı 25
- Yöresel & Dönemsel 12
- Zeytinyağlı 10