Turta/tart/pay/tartolet… Benzerliklerinden dolayı her seferinde birbirlerine karıştırılır ve yanlış kullanılırlar. Oysa aralarındaki fark ya da farklar son derece bariz, basit ve miniciktir.
Turta ya da pay, kelime farkı dışında hiçbir fark barındırmaz. Şöyle ki; her ikisi de kalıpta yapılan, kenarları olan, içine meyve veya krema koyarak pişirilen, üzeri tamamen ya da kısmen kapatılan tatlıların genel adıdır. İlkinin kökeni, İtalyanca kek anlamına gelen “torta” diğeri, İngilizce “pie” kelimesinin Türkçe okunuşu.
Tart, bizde çok yaygın değil. Alt tabanı turtaya göre daha ince, kalıpta ya da direkt yağlı kağıt üzerinde pişirilen, üzerine yine meyve parçaları koyulan ancak üzeri mutlaka açık bırakılan, bir nevi meyveli pizza görünümlü tatlı. Kökeni, Fransızca “tarte” kelimesi.
Tartolet, aralarında tanınması en kolay olanı; şık restoran ya da pastane menülerinde sıkça rastlanan, kıtır hamur üzerine krema ve çiğ meyve yerleştirilmiş, jöleli minik tatlıcıklar.
Tanımlardan yola çıkarsak; bugüne dek yediğiniz ya da yiyebileceklerinizin tamamını unutturacak, damağınıza tavan yaptıracak nefis bir “turta” bu, şiddetle önerdiklerimden. 😉
Malzemeler:
250 gr.tereyağ
4 yemek kaşığı şeker
1 yumurta
1 paket kabartma tozu
alabildiği kadar un
İç Malzeme:
4 elma
4 yemek kaşığı şeker
1 tatlı kaşığı tarçın
1 su bardağı ceviz
Hazırlanışı:
Rendelediğiniz elmalara şeker ekleyin ve suyunu çekene dek arada karıştırarak pişirin. Ateşten aldıktan sonra tarçın ve iri kırılmış ceviz ilave edin, soğuması için beklemeye alın.
Malzemelerin tamamını -elmalı karışım hariç- azar azar un ilavesiyle yoğurarak, klasik yumuşaklıkta bir hamur hazırlayın. İki parçaya ayırdığınız hamurun bir parçasını, yaklaşık 1 saat beklemek üzere buzluğa kaldırın.
Pişirmede kullanacağınız kalıbı yağlayın, hamurun kalan yarısını parmaklarınızla kenarlarına ve tabana yayın. Üzerine soğutulmuş elmalı karışımı eşit şekilde yerleştirin ve buzluktaki hamur süresini doldurana dek dolap kısmında bekletin.
Süre sonunda buzluktaki hamuru elmalı karışımın üzerini tamamen kapatacak şekilde rendeleyin. Önceden ısıtılmış 180 derece fırında kızarana dek pişirin.
Fırından alın ve tamamen soğuduğundan emin olduğunuzda pudra şekeri serperek servis yapın.
* Kafes turtanın asıl şekil olduğu ve zahmeti malum, aynı tarifin daha pratik ve basit versiyonu, tembel işi bu. 🙂 Orjinal kafesli halini önümüzdeki günlerde ayrıntılarıyla fotoğraflayıp ekleyeceğim. 😉
Kemalpaşa nam-ı diğer peynir tatlısı; yüzlerce yıl önce Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinden çıkmış, üstelik de bir yerlerden taşıma, aşırma değil tamamen orada icat edilmiş nefis bir tatlı.
İlk zamanlar küçük süthanelerde üretilirmiş, şimdilerde günde milyon adetlerde üretildiğinden tesisler de büyümüş haliyle. İşin ilginç yanı; yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen üretimin hala sadece bu ilçede olması.
Dev kazanlarda kaynatılan süt, peynire dönüştürülüyor. Bu özel peynir irmik, yumurta ve unla harmanlanıp hamur haline getiriliyor, şekillendirilip fırınlanıyor ve Mustafakemalpaşa sakinlerinin haklı gururları peynir tatlısı, şerbetlenme sonrası tüketime hazır hale getiriliyor.
İlçede günlük üretiliyor ve mutlaka taze tüketiliyor. İçeriğindeki peynir nedeniyle raf ömrü oldukça kısa olduğundan, şanslı ilçe halkı dışında kalan biz şanssızlara ulaşanlar, orjinal lezzetinde kalamıyor maalesef. Yoğun peynir oranı düşürülüyor ve birden fazla kez fırınlanarak kurutuluyor. Durum böyle olunca da, ilçede yediğinizle market rafından aldığınız arasında acayip lezzet farkı oluyor haliyle.
İşte o hazır paketlenmişlerden alıp kullanan şanssızlardanım ben de maalesef. Ama şöyle bir tesellim var en azından kendi kendime ürettiğim; hazır paketle bile kıvamını tutturmak herkesin harcı değildir, ya şerbeti çok çeker gereğinden fazla yumuşar dağılır, ya da hiç çekmez tatsız ve kafa kıracak kıvamda sert kalır. Bu nedenledir ki; herkesin yaptığı bu tatlı yenmez ama benim bugüne dek başarısız olduğum vaki değildir. (züğürt tesellisi dedikleri tam da bu işte 🙂 )
Uzun lafın kısası: “Hazır tatlı işte” şeklindeki basit cümleyi, her an size yedirmeye hazır bir tatlıdan bahsediyorum yani; bilmem anlatabildim mi? 😀
Malzemeler:
1 paket kemalpaşa (140 gr.)
1 kg.şeker
1 litre su
limon
1 paket (75 gr.) krem şanti
200 ml.süt
Hazırlanışı:
Paketlerin üzerindeki ölçüler ve hazırlama şekli son derece uygun. Buna göre; su ve şekeri içine birkaç damla limon damlatarak kaynatın. Kemalpaşaları içine atın, arada karıştırarak şerbeti iyice içine çekene ve yumuşayana dek (yaklaşık 15-20 dakika) pişirin.
Şuruptan çıkardığınız tatlıları soğuması için bekletirken krem şantiyi hazırlamak için, buzdolabında soğutulmuş sütün içine toz şantiyi boşaltın. Mikserle önce düşük, sonra yüksek devirde yeterli kıvama ulaşana dek çırpın.
Hazırladığınız krem şantiyi herhangi bir sıkma torbasına doldurun. Sıkma torbasının ucunu iyice soğumuş tatlıların ortasına bastırarak içlerini şantiyle doldurun.
Sonrası; nam nam nammmmm 😀
* Kaymak, ceviz, hindistan cevizi gibi eklemelerle farklı sunumlar üretmek mümkün.
Güneşin burnunu yavaş yavaş çıkartması, dondurmaların havada uçuşmasına sebebiyet verdiği gibi, daha hafif ve hatta -biliyorum iddialı olacak ama- çok daha lezzetli başka birşeyi daha hayatımıza sokma zamanının geldiğinin işaretidir; sorbe.
‘Bilenler bilmeyenlere anlatsın’ cümlesinden yola çıkarsak; dondurmaya en iyi alternatiftir kendisi. Aralarındaki en belirgin fark; ‘dondurmanın aksine sorbenin yumurta ve süt barındırmaması, meyve püresi ve şerbetten oluşması, dolayısıyla da çok daha hafif olmasıdır’ şeklinde özetlenebilir.
Tarihinin, dondurmadan çok daha eskilere dayandığı rivayet edilir. Kelime kökeninin, ‘tatlı içki’ anlamında kullanılan ve Türkçe “şerbet”, Arapça “şarap”tan geldiği söylenen sorbeyi, ilk kez Çinlilerin keşfettiği, Perslere ve Araplara öğrettiği, Araplarla yoğun ilişki içinde olan İtalyanlar aracılığıyla da tüm Avrupa’ya yayıldığı söylenir.
İlk keşfedildiği zamanlarda meyve, bal, kar karışımıyla yapılan ve sadece tatlı niyetine tüketilen sorbe, sonradan farklı yemekler arasında geçiş yaparken damak tadını nötrlemek gibi ulvi bir mertebeye daha oturtulmuştur.
Tarih doygunluğundan günümüze gelirsek; eskinin bu yaygın nefis tadını dışarıda tüketmeyi arzu ederseniz, şansınızı çok zorlamamanız gerekir zira; layığıyla yapan yeri bulmanız neredeyse imkansızdır.
O yüzden, “içeriği her daim elinizin altında bulunabilecek malzemelerden oluşan bu dehşet’ül vahşet tatlıyı, bir zahmet dizinizi kırınız da kendiniz yapınız” derim. Ulaşacağınız lezzetin yanında sağlık, hijyen ve ekonomi nutuklarına hiç girmiyorum bile dikkatinizi çekerim.
Bizim evde bu yılın sezonunu kavunlu haliyle açtı, üretilebilecek çeşit bol, yaz da uzun ve sıcak olunca edilecek laf malum; yaşasın sorbeler 😉
Malzemeler:
1 kg.kavun
1 su bardağı şeker
1 su bardağı su
1/2 tatlı kaşığı vanilya
4-5 dal taze nane
Hazırlanışı:
Suya şeker ve vanilyayı ekleyin, şeker eriyene dek karıştırarak pişirin. Kaynamaya başladıktan sonra yaklaşık 5 dakika daha pişirip, ocaktan alın. Oda sıcaklığına ulaşana dek beklemek üzere kenara kaldırın.
Kabuğu soyulmuş, çekirdeklerinden arındırılmış kavunu küçük parçalar halinde doğrayın. Bir çatal yardımıyla püre kıvamında ezin. Naneyi mümkün olduğunca ince kesip kavunla buluşturun.
Siz bu işlemi yapana dek, şekerli suyunuz da oda sıcaklığına ulaşmış olacaktır büyük ihtimal. Naneli kavunu şuruba ekleyin, çırparak karıştırın.
Buzluğa koyun ve her 30-35 dakikada bir çıkartıp bir çatal yardımıyla hızlıca çırpıp, tekrar buzluğa koyun. Tamamen soğuyup sorbe kıvamına gelene dek -yaklaşık 3-4 kez- bu işlemi tekrarlamanız gerekecek ki; kristalleşen parçacıkların buzlanması önlensin, aralarına hava girerek birbirine karışsın.
Kıvama ulaştıktan sonra, birkaç saat bekleme olanağınız varsa bekleyin derim, haa tatlı söz konusu olduğunda benim kafadansanız “kaç saattir bekliyorum zaten fazlası olmaz, yok dayanamam” derseniz anında da lüpletebilirsiniz 😉
* Şurup yerine alkollü içeceklerle de hazırlamak mümkün.
** Serviste kullanılacak kabın soğutulmuş olması, kusursuz sunumun olmazsa olmazı.
Zamanın yaşam hızına yetemediği, bir koltukta bilmem kaç karpuz, marifet sayısına parmak yetişmez tariflerine uyan adam tam da bu işte. Kimin aklına gelir; kuafördeki kadını gözetleyip, gözlemleyip ondan hikayeler türetip sergi konusu yapmak allahaşkına?
Koskocaman kadınım, kendimi bildim bileli gittiğim o salonlardan bir sergi malzemesi çıkabilme ihtimali, ömrü hayatımda beynimin köşesinden geçmedi. Ki; akıllı kadınımdır, gözlemlerim iyidir, o salonlardaki hemcinslerimi izlemeyi, kuaförümden hiç tanımadığım bilmem kim hanımın “aaaaa” hikayesini dinlerken aldığım hazzı da inkar etmem hani. Ama sen gel erkek halinle, bugüne dek yeryüzünde yaşayan binler, ne bini milyon milyar kadının aklına bile gelmeyeni düşün, hayal et, bununla da yetinme gerçekleştir, hayata dök. Pes, cidden pes!
Fena mı, hiç de değil, şimdi o şehirde olsam “niye benim aklıma gelmez ki böyle şeyler?” kıskançlığımı üzerimden çıkarır, illa ki gider, yakından tek tek incelerdim ortaya çıkanları.
Geçenlerde, radyoda kitap okuma projesini okumuştum da bayılmıştım o fikrine de yine, bir taşla çok kuş misali; hem radyo dinlenebilirliğini arttırmak, hem kitap okuma alışkanlığında kıpırdanmalar yaratmak, hem de İstanbul’a arşivlik anı yatırımı yapmak, “babaaa büyüksün!”ü sonuna kadar hakeden nefis bir düşünce.
“Bugün de evde herkesin uyuduğu saatlerde,
birkaç kitap seslendirebilirim,
gecenin karanlığından çalarak.
O zaman “İstanbul dinler beni gözleri kapalı”,
siz de belki “İstanbul”u dinlersiniz büyüyünce o,
gözlerinizi kapatarak!
Kim bilir?”
şeklinde okurken kendinizden geçeceğiniz cümlelerin devamına, minicik kitap dinletileri eşliğinde http://makinakafa.com adresinden ulaşabilirsiniz.
“Sadede gel, kim, ne, ne fotoğrafı, ne sergisi diyosun allahaşkına!” şeklinde bıt bıt yapıyorsun ya şu an, işte onu yapma, İstanbulda’ysan eğer azıcık hareket et, kalk yerinden ve bu acayip adamın, “Okan Bayülgen – Kadınlar ve Kuaförler” fotoğraf sergisine uğra bence, Kanyon AVM’de sergi, bu ay sonuna kadar da açık. Bu arada belki bana da bir iyilik yapar, keyifli olduğundan emin olduğum fotoğrafları da fotoğraflarsın ha?
“Bir kadının gözleri ile “Tamam oldu bu iş!” diye onayı verdiği an. Aynaya kaşla göz arasında fırlattığı “İyisin kızım!” mesajı. Aynadan seken, başka bir kadına ait mesajı yakalayan bir başka kadın. Sırasını bekleyenin diğer kadını süzen gözleri…”
Rusya, St.Petersburg şehrine özgü bir yemek olduğu, adını çarlık döneminde ihtişam içinde yaşayan Stroganoff ailesinden aldığı şeklinde bir rivayet olduğu gibi; yine aynı ailenin üyesi ünlü Rus diplomat Kont Pavel Alexandroviç Stroganoff, Fransa elçiliğindeki görevi döneminde bu yemeğe olan aşırı düşkünlüğünden dolayı isim babası olmuştur gibi ikinci bir söylenti daha mevcut.
Kokladığımız minik tarihin ardından, şık menülerde çokça rastlanan havalı adının içeriğine geçersek; ‘ille de uzun parmak şeklinde kesilmiş etin, mantarlı kremalı sosla buluşması’ şeklinde özetlenebilir.
Kızartılmış patates, pilav ya da makarna ve şarap eşliğinde keyiflidir 😉
Malzemeler:
1 kg.tavuk göğsü
2-3 yemek kaşığı sıvıyağ
1 büyük kavanoz mantar
1,5 tatlı kaşığı hardal
1 tatlı kaşığı tuz
1,5 çay kaşığı karabiber
400 ml. krema
Hazırlanışı:
Mantarları ince, tavukları uzun parmaklar halinde doğrayın. Harlı ateşe koyduğunuz sıvıyağda, sulanmasına izin vermeden etleri kavurun. Yumuşayıp pişmeye yüz tuttukları anda mantarları ilave edip, yine sulandırmadan karıştırarak kavurmaya devam edin.
Tuz, hardal, karabiber ve kremayı ekleyin. Krema kaynama noktasına geldikten 3-4 dk.sonra ateşten alın.
Hepsi bu kadar 🙂
Senaryoya dökülmüş hallerini genelde başarısız bulduğumdan, okuduğum kitapların görselliğe dönüşmesi beni mutsuz eder, hiç keyif almam. Okurken içine daldığınız dünya farklıdır, hayalinize göre şekillenir.Karakterler, mekanlar, sesler, kokular hepsi sizdendir, sizindir. Senaryolaştırıp önünüze koyulan “şey”, hiç bir zaman -ya da çoğu zaman diye hafifleteyim hadi- o hayallerinizle örtüşmez.
Merak edip de karşısına oturduğun diziden, filmden o tadı alamadığında da işin rengi değişir. Her sahnesine, her repliğine kulp takmaya başlar, yetmez her karşına çıktığında hırsla kanal değiştirecek kadar kıl olursun.
O bayıldığın, neredeyse “hayatımın kitabı” dediğin kitaptan bile soğursun.
Çok kitap okuyorum, içlerinden birçoğu dizi ya da filme dönüştürülüyor sonradan. Hikayenin çok fazla içine girmemişsem, pek içime sinmemişse zaten sorun yok ama tam tersinde durum vahim. Anlattığım duyguları aynen yaşıyorum, hatta yaşadıklarımdaki abartı, anlattıklarımın epey ötesinde diyebilirim.
Başarılı olanlar -ya da benim başarılı bulduklarım demek daha doğru sanırım- yok mu? Elbette var. Sayıları çok az da olsa var. İşte onlardan biri; Kahperengi‘nin Merhamet hali.
Hande Altaylı’nın henüz hiçbir kitabını okumamışkendi, sırf adındaki harf oyunu cazibesiyle annemin kitaplığından elime alıp, şöyle bir göz gezdirdiğim. Yokluktan varlığa yolalan öyküyü okurken bir şey oldu ve o şey çöreklenip oturdu içimde bir yerlere.
Aklım hep ondaydı, kaldığım satırda. 15 dakikalık dönüş yolu uzadıkça uzadı sanki. Ben hep Narin’deydim; konuşursam, öykünün içinden çıkıvermekten korkarak geçirdim, bana uzun gelen, aslında kısacık olan zamanı.
‘Bir solukta’ denir ya hani; bende sanki o bir soluk da yoktu, fazlaydı, lüzumsuzdu, soluksuzdum. Kaldığım satırdan, son noktaya geldiğimde koltuğun köşesinde ne kadar zaman geçirdiğimin farkında değildim.
Son sayfanın ardındaki kapağını çevirdiğimde, kimbilir ne zamandır içimde hapsettiğim, yorgun, tuhaf, eski bir soluk çıktı güçlükle dudaklarımdan…
Onca zaman geçti üzerinden, geçtiğimiz yazda kaldı o duygu, o soluk. Ama ben, içimde bir yerlerde öyle benimseyip, özümsedim ki Narin’i ve öyküsünü, içimdeki çocuk, genç kız, güçlü kadın karışımı ona dönüştü, sımsıkı sarılıp sarmaladım onda kendimi.
Kitabı anlatmayacağım, bunca yoğunluk yaşatan, beni böylesine derinden etkileyen bir öyküyü anlatmaya uygun kelimelerim yok.
Dizisinin başlayacağını duyduğumda itiraf ediyorum; çok üzüldüm. Yine o güzel kitapların başına getirilen hazin sonu yaşayacağından ziyade, yüreğimin acımasından -biliyorum çok az kişi beni anlayabilecek- korktum, içim daraldı.
“Oyuncular iyi, şöyle bir göz ucuyla bakayım, olmadı kanalı favorilerden kaldırıp arkalara doğru atarım” dedim içimden, çok ciddiyim gerçekten düşündüm bunu.
Şimdilerde epey bölüm geçti, o gözucuyla başladığımın üzerinden. Ve ben, her bölümde hayalimdekileri hatta daha ötesini canlanmış halde izlemenin şaşkınlığı içerisindeyim. Aşkı, nefreti, öfkeyi, hüznü, mutluluğu, yokluğu, varlığı, onuru, onursuzluğu yaşıyorum, o hislerin tamamını geçirebiliyorlar bana ekrandan.
Öykünün içindeyim hep, araba kullanırken takip ediliyorum sanıyorum.
Yolda arkamdan gelen koltuk değnekli adama Mehmet’mi acaba diye dönüp bakıyorum.
Her an bir köşeden Moskof Recep’in çıkıvermesinden ve bana, gözlerimin içine ‘öyle’ bakmasından korkuyorum.
Ofisin çaycısının çalışmayan, kendine de çocuklarına da kötü davranan kocasına ısrarla tahammül etmesine artık daha çok sinirleniyorum, Hatice farzederek tutup kollarından silkelemek istiyorum kendine gelsin diye.
Hiç kimsenin idrak edemeyeceği kadar sevmiş, uğrunda herşeyi göze almış, taşıyamadığı kadar büyük ve karşılıksız olsa da aşkını omuzlamış, vazgeçmeden körkütük ilerleyen insanoğlunun dişisi Irmak, erkeği Babür/Sermet artık gözümde.
Sokakta yanımdan geçen, üstü başı pek de düzgün olmayan kız çocukları, Şadiye gibi bakıyorlar bana hep; aç, aciz, ürkek, olabildiğine masum.
Özlediğim, uzun zamandır oturup dertleşemediğim dostuma, adı bambaşka olsa da Deniz diyesim geliyor.
Necati Abi’ye sımsıkı sarılıp, “iyi ki varsın” demek, hayatının sonuna dek kol kanat gerip, rahat yaşatmak istiyorum.
‘Sonucu ne olacaksa olsun’ şeklinde yaşamayı, yalan dolanla el üstünde tutulmaya yeğleyen en dobra adamlar Can, insan ruhuna iyi gelen, her yüreğe lazımlar Atıf, tipik Türk filmi misali; onurundan vazgeçmeyen, aşık olduğu esas kızı kaybetmek pahasına da olsa bildiklerini, hissettiklerini kendine saklayan, saysan bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kalmış olan, yeryüzündeki en aşık, en güzel bakan tüm adamlar Fırat artık bundan böyle.
Peki ya Narin? Ben tabii ki; onu kimselere bırakamam, bırakmam. Nerelerden geldiğimi, ne zor yollardan geçtiğimi bilen herkesin istisnasız bu benzetmeye katılacağı, katılmasalar da umurumda olmayacağı bir yerindeyken yaşamımın, benden başkasına yakışmaz Narin olmak…
Her seferinde geçmişimi gün yüzüne çıkartıp, unuttuğumu sanarak kendimi kandırdıklarımla yeniden yüzleşmemi sağlamanız, iyi birşey mi bilmiyorum.
Tek bildiğim; bana ilk kez, bir kitabın yaptığından çok daha fazlasını bırakacak kadar içinde olduğunuz, yaşadığınız, yaşattığınız öykü için naçizane hepinize ve Hande Altaylı‘ya kendi çapımda bir teşekkür borçlu olduğum.
Anlamı var ya da yok; teşekkür ederim…
Yazmayan kalemleri,
Sayfası bitmiş defterleri,
Kulpu kırık fincanları,
‘Zayıflayınca giyerim’ kotunu,
Son 1 yıldır giymediğiniz kıyafetleri,
Arka balkona tıkıştırdığınız, “bir gün yüzünü yenilerim, pırıl pırıl olur” dediğiniz o sandalyeyi,
Dibi kararmış tencereyi,
Taşındığınız hangi evden kaldığı, hangi kapıyı açtığı artık meçhul olan o anahtarları,
Sırf genç ve güzel çıkmışsınız diye yanınızda o hiç sevmediğiniz tiple poz verdiğiniz fotoğrafı,
Çekmecenin dibindeki müzik kasetlerini (kaset mi kaldı allah aşkına!)
ATIN!
Ohh bir ferahlayın bakalım. Tamam mı?
Şimdi ihtimalleri atın.
‘Olacaktı, son anda olmadı’ları atın, olmamış işte!
Takılıp kaldığınız o günü,
Düşünüp durduğunuz o lafı,
ATIN!
Küstüğünüz için uzun zamandır görmediklerinizin aklınızda kalan son görüntüsünü,
Alındıklarınızın, gücendiklerinizin hiç umurunda olmayan o ‘olayı’
ATIN!
O hiç beceremediğiniz yemeğin tarifini,
Kestiğiniz eski gazete küpürünü,
İçinizi kemiren o ukteyi
ATIN!
Zamanı gelince yiyeceğiniz soğuk intikam yemeğini,
Buzdolabının üzerindeki diyet listesini (faturaların altında duruyor)
Depodaki koşu bandını
ATIN!
Cevabı olmayan soruları,
Kaçırdığınız fırsatları,
Atıldığınız işleri,
Beceremediğiniz ilişkileri,
Kişisel gelişim kitaplarını
ATIN!
Arkanızdan konuşanları,
Önünüzü kapayanları,
Alamadığınız terfiyi,
Oturamadığınız evi,
‘Şimdiki aklım olsa’ları,
Aldığınız en kötü karneyi,
Hatta en iyi karneyi,
Çalışmayan saatleri,
İşe yaramayan fikirleri,
Kaçan trenleri,
Zamansız yaşlandıran dertleri,
‘O gün’ olanları,
Halının altına süpürdüklerinizi,
Dolabın dibine iteklediklerinizi
ATIN!
Atın artık, atın ki yenilere yer açılsın!
Şimdi hemen, yeniden, temiz, hafif ve sakin başlayın!
Bakın, daha şimdiden ne de güzel güneş çıktı 😉
Arama
Özlem Pehlivan
12 Ocak doğumlu, sevimli bir oğlak burcu kadını...
Okumayı çok seviyor. Günde 50-100 sayfa okumadan rahat edemiyor. Başucunda en az 3-4 kitap var. Okumayı sevdiği kadar yazmayı da seviyor, değer verdiği ve yüzünü güldürebilen herkese sürekli yazıyor...
Facebook Sayfası
Kategoriler
- Blog 89
- Butik Pastalar 36
- Tarifler 135
- Atıştırma 68
- Balık 5
- Börek 12
- Çorba 2
- Et & Tavuk 20
- Hamur İşi 25
- İçecek 1
- Kahvaltı 27
- Kek & Kurabiye 17
- Kısa Kısa & Püf 1
- Makarna & Pilav 9
- Reçel & Turşu & Zeytin & Sos 10
- Salata & Meze 20
- Sebze 19
- Tatlı 25
- Yöresel & Dönemsel 12
- Zeytinyağlı 10