O meşhuuur filmden sonra ıssız adamla özdeşleştirip, hep onunla anar olduk adını. Filmi izleyen herkeste istisnasız; film çıkışı bir an önce eve gidip yapma ve yeme isteği uyandırdığı kesin kek sahnelerinin. Filme, aşka, hayata her zamankinden daha çok anlam kattı, daha bir yakıştı sanki.
Havuçla tarçının muhteşem buluşması, aşka davet eder oldu artık cümlemizi ve o gün bugündür, mis gibi buram buram aşk kokar tüm havuçlu kekler. 😉
Malzemeler:
3 yumurta
1,5 su bardağı şeker
1 su bardağı süt
1 su bardağı sıvı yağ
2 orta boy havuç
1,5 tatlı kaşığı tarçın
1 paket vanilya
1 paket kabartma tozu
2,5 su bardağı un
Hazırlanışı:
Her kekin olmazsa olmazı olarak; yumurtaları şekerle iyice çırpın. Sırasıyla süt, sıvıyağ, ince rendelenmiş havuç, tarçın ve vanilyayı ekleyerek çırpmaya devam edin.
Kabartma tozu-un karışımını da ilave edip, kek kıvamına ulaşana dek karıştırın. Bu aşamada un yeterli gelmezse yarım bardağa kadar azar azar ilave yapabilirsiniz.
180 derece önceden ısıtılmış fırında yaklaşık 30-35 dakika pişirin. Kürdan testini uyguladığınızda sonuç başarılıysa fırından alın, soğumaya bırakın.
* 1 su bardağı iri kırılmış ceviz eklenebilir.
Her evde, her ortamda ve tüm bünyelerde istisnasız en gözde yemeklerdendir. Bir ağaç yaprağının böylesine bir lezzete ulaşabilmesinin sırrı marifetli olabilmekten ziyade; sabırlı olmaktan geçer. Zira; zahmetlidir ve onca zahmete karşılık çerez gibi yenir, çabucak tükeniverir.
En kıymetlisi anne elinden çıkanıdır; eğer öyleyse, her daim “olsa da yesek”tir 🙂
Malzemeler:
1/2 kg.asma yaprağı
4 iri kuru soğan
2 su bardağı pirinç
1 bağ maydanoz
1 yemek kaşığı kuru nane
2 yemek kaşığı dolmalık fıstık
2 yemek kaşığı kuş üzümü
1 tatlı kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı karabiber
1 tatlı kaşığı tarçın veya yenibahar
3 küp şeker
1+1/2 çay bardağı zeytinyağı
1/2 limon suyu
2+1/2 su bardağı sıcak su
Hazırlanışı:
Olabildiğince ince doğradığınız soğanları 1 çay bardağı zeytinyağında birkaç kez karıştırarak (yaklaşık 1 dakika kadar) kavurun. Fıstıkları ekleyip, kavurmaya devam edin. Her ikisi de pembeleştiğinde yıkanmış pirinci ekleyip 1-2 dakika daha kavurun.
Limon suyu ve su hariç, diğer tüm iç malzemeyi koyup karıştırın. 1/2 su bardağı sıcak suyu da ilave edip, suyunu çekene dek kısık ateşte pişirin.
Taze yaprak kullanıyorsanız; 5 dakika kadar sıcak su içerisinde kaynatın. Salamura yaprak kullanıyorsanız; 5-6 kez sudan geçirerek tuzundan iyice arındırın.
Her yaprağa yaklaşık 1 tatlı kaşığı kadar iç malzemeden koyup, sıkıca sarın. Pişirme kabınıza dizin.
Limon suyunu, kalan 1/2 çay bardağı zeytinyağını ve 2 su bardağı sıcak suyu üzerine ekleyin. Pişerken dağılmalarını önlemek için, bir tabağı üstlerine kapatın. Ağır ateşte 35-40 dakika pişirin.
Bol ekşili seviyorsanız ekstra limon ilavesiyle ve illa ki soğuk tüketin 😉
* İrili ufaklıysa yapraklarınız, içine koyacağınız harç miktarı illa ki değişecektir, o kadarını göz kararınıza bırakıyorum.
** Pişireceğiniz tencerenin dip kısmına ‘anne usulü’ yaprak yerleştirirseniz, en alttakilerin suyunu hızlıca çekip yanmasını bir nebze önlemiş olursunuz.
*** Yine yaprağınızın cinsine göre; verdiğim ortalama süre sonunda hala pişmemişse, azar azar sıcak su ekleyebilirsiniz.
Pelte olayını çok seviyorum ben, dolayısıyla içine girdiği şey her neyse onu da. Dolapta soğutup öylece bir başına bile yenebilir, çok çeşit üretilebilir, kek ve türevlerini güzelleştirir. Görüntüsü her zaman iştah kabartıcıdır, güzeldir yani güzel, lezzetli, yenilesi 🙂
Malzemeler:
3 yumurta
1 su bardağı şeker
1 su bardağı süt
1 su bardağı sıvıyağ
1 paket vanilya
1 paket kabartma tozu
2,5 su bardağı un
1 kase taze mevsim meyvesi
Pelte için:
1 su bardağı süt veya su
1 tatlı kaşığı nişasta
2 yemek kaşığı dondurulmuş meyve
Hazırlanışı:
Yumurtaları şeker eşliğinde köpük köpük olana dek çırpın. Krema kıvamına gelen yumurtalara sırasıyla süt, yağ, vanilya ekleyerek çırpmaya devam edin. Son olarak kabartma tozu-un karışımını da ilave edip, iyice karıştırın.
Ortası delik kek kalıbında, 170 derece önceden ısıtılmış fırında pişmeye bırakın.
Bu arada pelteyi hazırlamak için gerekli malzemelerin tamamını tencerenize alın. Kaynayana dek çırpma teliyle karıştırın. Kaynadıktan sonra 2 dakika daha ateşte tutup, ocaktan alın.
Pişme kısmını tamamlayan peltenizi, kek pişene kadar soğuması için beklemeye alın.
Pişen keki fırından çıkardıktan sonra 10-15 dakika kadar dinlendirip, servis tabağınıza ters çevirerek çıkarın ve soğumaya bırakın.
Dilediğiniz taze mevsim meyvesini (ben çilek kullandım) dilediğiniz gibi doğrayın. İyice soğumuş kekinizin ortasındaki boşluğu meyvelerle doldurun.
Son dokunuş; soğumuş pelteyi üzerinde gezdirin.
* Bir kase yazdığım meyve ölçüsünü yaklaşık verdim, artabilir ya da yetmeyebilir. Kekin ortasını dolduracak şekilde kendi ölçünüzü ayarlayabilirsiniz.
** Pelte yapımında dondurulmuş yerine taze meyve kullanabilir, meyveleri bütün bırakabileceğiniz gibi püre halinde ezip, süzgeçten geçirerek de kullanabilirsiniz. “Yok, hiçbiriyle uğraşamam” derseniz; Dr.Oetker pelteler seçeneğini de mevcut, dilediğinizi kullanabilirsiniz.
** Süsleme kısmında pudra şekeri de kullandım ama bu kekte görüntüsünü sevmedim.
Bizim ailede sevmeyen yok haşlamayı. Büyükten küçüğe herkes, haşlama varsa istisnasız en keyifli hallerinde olurlar masada. Özellikle bebekler için son derece gerekli ve faydalı bir yemek olduğu da malum. Sık sık yapmakta, yedirmekte fayda var.
Kemikli herhangi bir etle de yapılabilir elbet. Ancak en iyi lezzet, incikten yapılanındadır. Barındırdığı ilik yoğunluğu bakımından da illa ki incikten yapılmalıdır.
Malzemeler:
5 parça dana incik (yaklaşık 1 kg.a denk gelir)
3 orta boy patates
2 orta boy havuç
10-12 adet arpacık soğan (ya da 2 orta boy soğan)
maydanoz
tuz
Hazırlanışı:
Etleri yıkayıp üzerini geçecek kadar su ekleyin, kanından ayrılması için bekletin. Kirlenen suyu dökün ve koyduğunuz su tamamen temizlenene, berraklaşana dek işlemi tekrarlayın. Bu en önemli püf nokta; haşlama uzmanı Funda Halama ait.
Üzerini geçecek kadar eklediğiniz suyla haşlamaya başlayın. Düdüklü tencerede yaklaşık 20-25 dakika olan bu ilk süreç, normal tencerede etin sertliğine göre değişecektir.
Yumuşamaya başlayan ete ince doğranmış havuç ve bütün olarak kullanacağınız arpacıkları ekleyerek pişirmeye devam edin. Yaklaşık 10 dakika sonra iri kesilmiş patatesleri de ekleyip, tüm sebzeler yumuşayana dek pişirin.
Ateşten almadan hemen önce tuzunu atın.
İnce doğranmış maydanoz ve bol limonla servisi makbuldür 😉
Senaryoya dökülmüş hallerini genelde başarısız bulduğumdan, okuduğum kitapların görselliğe dönüşmesi beni mutsuz eder, hiç keyif almam. Okurken içine daldığınız dünya farklıdır, hayalinize göre şekillenir.Karakterler, mekanlar, sesler, kokular hepsi sizdendir, sizindir. Senaryolaştırıp önünüze koyulan “şey”, hiç bir zaman -ya da çoğu zaman diye hafifleteyim hadi- o hayallerinizle örtüşmez.
Merak edip de karşısına oturduğun diziden, filmden o tadı alamadığında da işin rengi değişir. Her sahnesine, her repliğine kulp takmaya başlar, yetmez her karşına çıktığında hırsla kanal değiştirecek kadar kıl olursun.
O bayıldığın, neredeyse “hayatımın kitabı” dediğin kitaptan bile soğursun.
Çok kitap okuyorum, içlerinden birçoğu dizi ya da filme dönüştürülüyor sonradan. Hikayenin çok fazla içine girmemişsem, pek içime sinmemişse zaten sorun yok ama tam tersinde durum vahim. Anlattığım duyguları aynen yaşıyorum, hatta yaşadıklarımdaki abartı, anlattıklarımın epey ötesinde diyebilirim.
Başarılı olanlar -ya da benim başarılı bulduklarım demek daha doğru sanırım- yok mu? Elbette var. Sayıları çok az da olsa var. İşte onlardan biri; Kahperengi‘nin Merhamet hali.
Hande Altaylı’nın henüz hiçbir kitabını okumamışkendi, sırf adındaki harf oyunu cazibesiyle annemin kitaplığından elime alıp, şöyle bir göz gezdirdiğim. Yokluktan varlığa yolalan öyküyü okurken bir şey oldu ve o şey çöreklenip oturdu içimde bir yerlere.
Aklım hep ondaydı, kaldığım satırda. 15 dakikalık dönüş yolu uzadıkça uzadı sanki. Ben hep Narin’deydim; konuşursam, öykünün içinden çıkıvermekten korkarak geçirdim, bana uzun gelen, aslında kısacık olan zamanı.
‘Bir solukta’ denir ya hani; bende sanki o bir soluk da yoktu, fazlaydı, lüzumsuzdu, soluksuzdum. Kaldığım satırdan, son noktaya geldiğimde koltuğun köşesinde ne kadar zaman geçirdiğimin farkında değildim.
Son sayfanın ardındaki kapağını çevirdiğimde, kimbilir ne zamandır içimde hapsettiğim, yorgun, tuhaf, eski bir soluk çıktı güçlükle dudaklarımdan…
Onca zaman geçti üzerinden, geçtiğimiz yazda kaldı o duygu, o soluk. Ama ben, içimde bir yerlerde öyle benimseyip, özümsedim ki Narin’i ve öyküsünü, içimdeki çocuk, genç kız, güçlü kadın karışımı ona dönüştü, sımsıkı sarılıp sarmaladım onda kendimi.
Kitabı anlatmayacağım, bunca yoğunluk yaşatan, beni böylesine derinden etkileyen bir öyküyü anlatmaya uygun kelimelerim yok.
Dizisinin başlayacağını duyduğumda itiraf ediyorum; çok üzüldüm. Yine o güzel kitapların başına getirilen hazin sonu yaşayacağından ziyade, yüreğimin acımasından -biliyorum çok az kişi beni anlayabilecek- korktum, içim daraldı.
“Oyuncular iyi, şöyle bir göz ucuyla bakayım, olmadı kanalı favorilerden kaldırıp arkalara doğru atarım” dedim içimden, çok ciddiyim gerçekten düşündüm bunu.
Şimdilerde epey bölüm geçti, o gözucuyla başladığımın üzerinden. Ve ben, her bölümde hayalimdekileri hatta daha ötesini canlanmış halde izlemenin şaşkınlığı içerisindeyim. Aşkı, nefreti, öfkeyi, hüznü, mutluluğu, yokluğu, varlığı, onuru, onursuzluğu yaşıyorum, o hislerin tamamını geçirebiliyorlar bana ekrandan.
Öykünün içindeyim hep, araba kullanırken takip ediliyorum sanıyorum.
Yolda arkamdan gelen koltuk değnekli adama Mehmet’mi acaba diye dönüp bakıyorum.
Her an bir köşeden Moskof Recep’in çıkıvermesinden ve bana, gözlerimin içine ‘öyle’ bakmasından korkuyorum.
Ofisin çaycısının çalışmayan, kendine de çocuklarına da kötü davranan kocasına ısrarla tahammül etmesine artık daha çok sinirleniyorum, Hatice farzederek tutup kollarından silkelemek istiyorum kendine gelsin diye.
Hiç kimsenin idrak edemeyeceği kadar sevmiş, uğrunda herşeyi göze almış, taşıyamadığı kadar büyük ve karşılıksız olsa da aşkını omuzlamış, vazgeçmeden körkütük ilerleyen insanoğlunun dişisi Irmak, erkeği Babür/Sermet artık gözümde.
Sokakta yanımdan geçen, üstü başı pek de düzgün olmayan kız çocukları, Şadiye gibi bakıyorlar bana hep; aç, aciz, ürkek, olabildiğine masum.
Özlediğim, uzun zamandır oturup dertleşemediğim dostuma, adı bambaşka olsa da Deniz diyesim geliyor.
Necati Abi’ye sımsıkı sarılıp, “iyi ki varsın” demek, hayatının sonuna dek kol kanat gerip, rahat yaşatmak istiyorum.
‘Sonucu ne olacaksa olsun’ şeklinde yaşamayı, yalan dolanla el üstünde tutulmaya yeğleyen en dobra adamlar Can, insan ruhuna iyi gelen, her yüreğe lazımlar Atıf, tipik Türk filmi misali; onurundan vazgeçmeyen, aşık olduğu esas kızı kaybetmek pahasına da olsa bildiklerini, hissettiklerini kendine saklayan, saysan bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kalmış olan, yeryüzündeki en aşık, en güzel bakan tüm adamlar Fırat artık bundan böyle.
Peki ya Narin? Ben tabii ki; onu kimselere bırakamam, bırakmam. Nerelerden geldiğimi, ne zor yollardan geçtiğimi bilen herkesin istisnasız bu benzetmeye katılacağı, katılmasalar da umurumda olmayacağı bir yerindeyken yaşamımın, benden başkasına yakışmaz Narin olmak…
Her seferinde geçmişimi gün yüzüne çıkartıp, unuttuğumu sanarak kendimi kandırdıklarımla yeniden yüzleşmemi sağlamanız, iyi birşey mi bilmiyorum.
Tek bildiğim; bana ilk kez, bir kitabın yaptığından çok daha fazlasını bırakacak kadar içinde olduğunuz, yaşadığınız, yaşattığınız öykü için naçizane hepinize ve Hande Altaylı‘ya kendi çapımda bir teşekkür borçlu olduğum.
Anlamı var ya da yok; teşekkür ederim…
Çocukluğumu hatırlatır bana hep bu pişirme şekli. Annem tüm karnabaharları pişirir, sona kalan yumurtalı sosu -ki mutlaka kalırdı- en son tavaya boca eder, onu da nar gibi kızartır, tabağın en üstüne koyardı. En sevdiğim kısmı işte o koca parçaydı. Tavanın başında yutkunarak bekler, o parçayı mutlaka kapar, ekmeğimin arasına sıkıştırır öyle yerdim. Hala da öyle severim 🙂
Malzemeler:
1 orta boy karnabahar
2 yumurta
5 yemek kaşığı un
1 su bardağı süt
sıvıyağ
tuz
Hazırlanışı:
Karnabaharın sert kısımlarını çıkartıp iri parçalara bölün. İçine tuz ve az miktarda süt eklediğiniz suda, sertliği gidene dek haşlayın. Bu aşamayı kontrollü yapmak, dağılmasına izin vermemek püf kısmı.
Derin bir kasede yumurtaya un ve azar azar süt ekleyerek çırpın. Çok sıvı ya da çok katı olmayan, akışkan bir karışıma ulaştığınızda süt eklemeyi bırakın. Ununuzun cinsine, yumurtalarınızın büyüklüğüne göre eklenecek olan süt miktarı değişebilir.
Haşlanan karnabaharları hazırladığınız karışıma bulayarak, kızgın yağda önlü arkalı kızartın.
Yanında ya da üstünde, nerede durduğu farketmez ama sarımsaklı yoğurt illaki olsun 😉
* Haşlama kısmında suya eklediğiniz süt, evin her yerine yayılan ve genelde hoşlanmayan kokuyu önlemeye yönelik, kullanmayabilirsiniz.
Yazmayan kalemleri,
Sayfası bitmiş defterleri,
Kulpu kırık fincanları,
‘Zayıflayınca giyerim’ kotunu,
Son 1 yıldır giymediğiniz kıyafetleri,
Arka balkona tıkıştırdığınız, “bir gün yüzünü yenilerim, pırıl pırıl olur” dediğiniz o sandalyeyi,
Dibi kararmış tencereyi,
Taşındığınız hangi evden kaldığı, hangi kapıyı açtığı artık meçhul olan o anahtarları,
Sırf genç ve güzel çıkmışsınız diye yanınızda o hiç sevmediğiniz tiple poz verdiğiniz fotoğrafı,
Çekmecenin dibindeki müzik kasetlerini (kaset mi kaldı allah aşkına!)
ATIN!
Ohh bir ferahlayın bakalım. Tamam mı?
Şimdi ihtimalleri atın.
‘Olacaktı, son anda olmadı’ları atın, olmamış işte!
Takılıp kaldığınız o günü,
Düşünüp durduğunuz o lafı,
ATIN!
Küstüğünüz için uzun zamandır görmediklerinizin aklınızda kalan son görüntüsünü,
Alındıklarınızın, gücendiklerinizin hiç umurunda olmayan o ‘olayı’
ATIN!
O hiç beceremediğiniz yemeğin tarifini,
Kestiğiniz eski gazete küpürünü,
İçinizi kemiren o ukteyi
ATIN!
Zamanı gelince yiyeceğiniz soğuk intikam yemeğini,
Buzdolabının üzerindeki diyet listesini (faturaların altında duruyor)
Depodaki koşu bandını
ATIN!
Cevabı olmayan soruları,
Kaçırdığınız fırsatları,
Atıldığınız işleri,
Beceremediğiniz ilişkileri,
Kişisel gelişim kitaplarını
ATIN!
Arkanızdan konuşanları,
Önünüzü kapayanları,
Alamadığınız terfiyi,
Oturamadığınız evi,
‘Şimdiki aklım olsa’ları,
Aldığınız en kötü karneyi,
Hatta en iyi karneyi,
Çalışmayan saatleri,
İşe yaramayan fikirleri,
Kaçan trenleri,
Zamansız yaşlandıran dertleri,
‘O gün’ olanları,
Halının altına süpürdüklerinizi,
Dolabın dibine iteklediklerinizi
ATIN!
Atın artık, atın ki yenilere yer açılsın!
Şimdi hemen, yeniden, temiz, hafif ve sakin başlayın!
Bakın, daha şimdiden ne de güzel güneş çıktı 😉
Arama
Özlem Pehlivan
12 Ocak doğumlu, sevimli bir oğlak burcu kadını...
Okumayı çok seviyor. Günde 50-100 sayfa okumadan rahat edemiyor. Başucunda en az 3-4 kitap var. Okumayı sevdiği kadar yazmayı da seviyor, değer verdiği ve yüzünü güldürebilen herkese sürekli yazıyor...
Facebook Sayfası
Kategoriler
- Blog 89
- Butik Pastalar 36
- Tarifler 135
- Atıştırma 68
- Balık 5
- Börek 12
- Çorba 2
- Et & Tavuk 20
- Hamur İşi 25
- İçecek 1
- Kahvaltı 27
- Kek & Kurabiye 17
- Kısa Kısa & Püf 1
- Makarna & Pilav 9
- Reçel & Turşu & Zeytin & Sos 10
- Salata & Meze 20
- Sebze 19
- Tatlı 25
- Yöresel & Dönemsel 12
- Zeytinyağlı 10