Kızılderililere özel bir merakım olduğunu söylemiştim kendimden bahsederken. Evrene bakışları, yaşam felsefeleri, olayları yorumlama şekillerindeki fark öyle barizdir ki; haklarında öğrendiğim her yeni şeyde hayranlığım bir kat daha artar. Biz insanoğlunun yoketme dürtülerinin tatmini için ille de kötü olması gerekmiyor birşeylerin, bizden farklı olması yetiyor maalesef… 🙁
Her okuyuşumda yüreğimin derinliklerine kadar inen bir sızıdır; yaşamı boyunca doğayı anlamaya çalışan, 1871 yılında doğan Stoney kızılderilisi Tatanga Mani ya da Yürüyen Boğa’nın, yaşlılığında Kanada hükümeti tarafından Kızılderili halkının temsilcisi olarak çıkarıldığı dünya turunun duraklarından birinde, 87 yaşında, Londra’da yaptığı bir konuşmada, Kızılderililerin Yüce Ruh’la ve onun yarattığı doğa ile olan ilişkisini dile getirişi:
“Biliyorsunuz, dağlar her zaman taş binalardan daha güzeldir. Şehirde yaşamak, yapay bir varoluştur. Orada birçok insan, ayaklarının altında gerçek toprağı hiç hissedemiyor, saksıdakiler dışında bitkilerin büyüyüşünü göremiyor ya da caddelerin ışıklarından, geceleyin yıldızlarla süslenen büyüleyici gökyüzünü görebilecek kadar uzaklaşamıyor. İnsanlar Yüce Ruh’un yarattığı sahnelerden uzakta yaşadığında, onun kanunlarını da kolayca unutuyorlar.
Biz herşeyin yaratıcısı ve yöneticisi olan Yüce Ruh’la iyi geçiniyorduk. Siz beyazlar bizim vahsi olduğumuzu sandınız. Bizim dostlarımızı anlamadınız, anlamaya çalışmadınız. Biz güneşe, aya ya da rüzgara övgüler düzerken, siz bizim putlara taptığımızı söylediniz. Hiç anlamadan, yalnızca bizim tapınma şeklimiz sizinkinden farklı diye, bizi kayıp ruhlar olarak nitelediniz.
Biz Yüce Ruh’un eserlerini herşeyde görürdük; güneşte, ayda, ağaçlarda, rüzgarda ve dağlarda. Bazen bunlar aracılığıyla ona yaklaşırdık. Bu, çok mu kötüydü? Bence biz, yüce varlığa, bize putperest diyen beyazların çoğundan daha güçlü bir imanla, gerçek bir inançla bağlıyız. Doğaya ve doğanın yöneticisine yakın yaşayan Kızılderililer, karanlıkta değildir.
Ağaçların konuştuğunu bilir miydiniz? Evet, konuşurlar. Birbirleriyle konuşurlar, kulak verirseniz sizinle de konuşacaklardır. Asıl sorun, beyazların dinlememesidir. Kızılderilileri dinlemeyi hiçbir zaman öğrenemediler, bu yüzden doğadaki başka sesleri dinleyeceklerini de hiç sanmıyorum. Oysa ben, ağaçlardan çok şey öğrendim; bazen hava, bazen hayvanlar, bazen de Yüce Ruh hakkında…”
Geçtiğimiz haftasonu aşure günümdü. Öğleden sonraya kalmasın diye erkenden uyandım. Kahvaltı keyfi uzun süreceğinden, hızlıca yapılıp o hızda da tüketilen, son derece basit, sunumu ve lezzeti aksine bir o kadar güzel sosisli milföy yapayım deyip, akşamdan hazırladım, sabah pişirilmek üzere dolaba kaldırdım.
İşte o börek, şimdilik sadece bununla yetinin, aşure tarifi de gelecek, söz 😉
Malzemeler:
Milföy hamuru
Sosis
Yumurta Sarısı
Susam
Hazırlanışı:
Milföyleri önceden buzluktan çıkarıp yumuşamaya bırakın. Yeterli kıvama geldiğinde, elinizle kenarlara doğru çok az açın.
Sosisinizi hamurun bir kenarına yerleştirin. Çok sıkı ya da çok gevşek olmayacak şekilde, sosisi milföyle sarın.
Yağlı kağıt serilmiş tepsiye börekleri yerleştirip, üzerlerine yumurta sarısı sürün.
Diplerine çok inmeden, her birine kesikler atın. Son olarak susam serpin, fırına verin. Kızarana dek pişirip, sıcak servis yapın.
Afiyet Olsun 😉
* Malzemelerde ölçü vermedim çünkü; kişi sayısına göre ayarlanması en kolayı.
** Uzun sosis de kullanabilirsiniz minik, kokteyl sosis de. Kokteyl olursa ikişer, uzun kullanırsanız birer tane yeterli.
Uzun bir aradan sonra yeni yüzüyle kocaman, sımcıcak bir gülümsemeyle karşıladı beni sitem 🙂 Ben çok beğendim bu halini, çok da içime sindi. Epey değişiklik var, eskisinden çoook daha güzel oldu bence. “Kendi sitene bu kadar övgü de pes doğrusu!” diyenlere, “e buyurun, ulaşmalı diye yeni bir bölüm de ekledik, yazın, ulaşın, fikirlerinizi paylaşın o zaman…” derim ben de 🙂
Önemli dipnot: Canım benim, çok yoruldun, çok uğraştın, emeğine, yüreğine, sabrına, sevgine sağlık! Sağol ve hep var ol olur mu?
Dün doğduğum gündü, hayatım boyunca hiç bu kadar sevmemiştim o günü! İyi ki doğmuşum, iyi ki doğmuşsun, iyi ki hayatımdasın canım sevgilim… Günümü özelleştirmek adına yaptığın herşey için çok teşekkürler! Seni seviyorum…
Şebnem Ferah’ın şarkısını dinlerken aklıma geldi, beğenip sakladığım maillerimin arasındaki bu yazıyı yeniden okumak. Hatta okumakla yetinmeyip, paylaşmak… Uzunca bir yazı ama insanın ayırdığı zamana kesinlikle değer 😉
Efendim, ilgili şarkı eşliğinde okumak kesinlikle daha keyifli olacak diye düşündüm, e buyurun 😉
Ses Klibi: Bu ses klibini oynatabilmek için Adobe Flash Player (Version 9 veya üzeri) gereklidir. Güncel versionu indirmek için buraya tıkla Ayrıca tarayıcında JavaScript açık olmalıdır.
“Birinin kadını olmak istiyorum… Başka hiç kimse tarafından dokunulmamak, konuşulmamak, bakılmamak hatta!
Biraz korunmak, biraz şımarmak…
Birkaç çeşit yemek yapmak, sıkı sıkı elini tutmak, belki film izlemek ama mutlaka çekirdek çitlemek, bir yerlerde çay içmek, pazar sabahı kahvaltısı etmek uzun uzun, sahilde yürüyüş yapmak gibi küçük ama zor heveslerim var…
Neden mi?
Herkesin eli tutulmaz,
herkesle film seyredilmez,
herkesle çekirdek çitlenmez,
herkesin kadını olunmaz da o yüzden!
İçinden gelmeli…
Hücrelerine kadar hissetmeli, dna’larına kadar bilmeli insan!
Düşünerek emin olunmaz, bir anda ya olunur ya olunmaz.
Bir de şu yakın geçmiş duvarları olmasa, kafa da hiç karışmaz ya, olsun!
Oysa bazen tek bir söze ya da bir bakışa yıkılır bütün duvarlar…
Kek yapmayı da öğrenmek lazım aslında bir ara!
Sabahları uyandığımda “günaydın sevgilim!” mesajları görmek istiyorum telefonumda. Gün içinde özlediğim birisi olsun istiyorum. Özlemek istiyorum birini! Çok özlersem dayanamayıp gidip sarılmak istiyorum. Dayanamamak istiyorum!
Çalışırken düşünmek istiyorum sonra onu! Aklımda olduğu için gülümsemek istiyorum ara ara… Gülümsediğim için daha çok çalışmak…
Birini sevmek istiyorum; hiç kimseyi sevmediğim gibi, biri sevsin istiyorum beni; hiç sevilmediğim gibi…
Biri o kadar çok sevsin ki beni; hatalarımı da sevsin istiyorum!
O kadar çok sevsin ki; hata yapmaktan ödüm kopsun!
Kıskansın istiyorum biri beni! Sorsun istiyorum “Neredesin?” diye, “Hımm kim aradı bakayım?” diye! Ben sormam ama, korkmasın. O sorsun!
“Biliyor musun ne oldu?” ile başlayan heyecanlı cümlelerimin sonuna kadar tahammül etsin istiyorum biri bana. Mutlaka ipe sapa gelmez birşey olmuştur ama dinlesin sonuna kadar. Ya bir yavru kedi macerası ya da işte ona benzer bir şeyler olmuştur. Ben de her seferinde sanki bahçeyi kazmışım da hazine bulmuşum gibi heyecanla ve öneminin üzerine basa basa anlatırım ya, dinlesin işte. “Ya evet, çok mühim bir şeyler olmuş!” falan desin bir de sonunda…
Şimdi ben istesem, birinin elini tutup gezemem mi? İstesem benimle birlikte çekirdek çitleyip, aynı anda film seyretmeyi de başarabilecek birini bulamam mı bir arasam? Şimdi ben yalnız olmak istemesem, yalnız olur ve bunları da yazıyor olur muydum? Hiç sanmam!
Birinin elini tutmakla, “birinin elini sıkı sıkı tutmak” arasında çok fark var!
Ya tutarsın ya da tutmazsın ya da tutmuş gibi yaparsın işte…
Ben yapmam!
Bunu zaten bilirsin.
Kimin elini tutacağını yani.
Deneyerek bulmazsın.
Sadece bilirsin.
Bilmek!
Açıklaması yok.
Ve ben elini sıkı sıkı tutmayacağımı bildiğim hiç kimseyle sokakta yürümeyeceğim! Heyecanla ve özene bezene olmadıktan sonra, kimseye yemek yapmayacağım! Repliklerin bir anlamı yoksa, kimseyle film seyretmeyeceğim! Zaten çekirdeği unutsun bile, asla olmaz!
Birinin kadını olmak istiyor canım; biraz korunmak, biraz şımarmak…
Çekirdek, mutlaka olsun!”
-Alıntı-
Bunların hepsini yapabildiğim bir sevgilim var ya, varsın artık dursun dünya 🙂
Şimdi yoksun; gelirken “niye geldin?” diye sormadıysam, giderken de “niye kalmadın?” diye sormuyorum… Ben bildiğin gibiyim; hala güçlüyüm, hala hayat doluyum, hala dimdik duruyorum, hala ‘acıtmıyor senin sevdan’ görünümündeyim, hala sensizliğe meydan okuyorum, hala acımı içimde eziyorum, hala senden gelen haberlere kulaklarımı tıkıyorum, hala hiç olmamışsın tavrımı takınıyorum, hala varlığına şizofren bakıyorum, hala anlamsızca gidişine kızıyorum, hala yok yere bu aşkı heder edişine isyan ediyorum, hala kıymetimi bilemeyişine sinir oluyorum, hala orada burada sızlanıp ağlamana gülüyorum, hala akılsızlığına akıl erdiremiyorum, hala sana olan hıncımı bastıramıyorum ama tüm bunlara rağmen hala seni seviyorum… Kalbimin hala senin için çarptığını duyuyorum, aşk suyumun hala damarlarımda dolaştığını hissediyorum, yokluğuna alışsam da, hala varlığını daha çok sevdiğimi biliyorum. Hala babamdan sonra en dürüst adamın sen olduğunu, hala ömürlük sevdamın ömrüme sığamadığını, hala seninle yaşlanmak istediğimi biliyorum. Hala hayallerimin ölmez olduğunu biliyorum, hala bu aşkı içimde yaşattığımı biliyorum, bu yüreğin hala sana ait olduğunu biliyorum…
BEN, SENİ SEVMİŞİM…
Yolu yarılayan kadın, sevgisinde ve öfkesinde cömerttir. Onunla olan erkeğin herşeye hazır olması gerekir…
“Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” deyince şair, yolu yarılayan kadınlar aklıma gelir… Ne aradığını ya da ne aramadığını bilen kadınlar… Aşkı, sevdayı mutlaka tatmış olurlar. Bu nedenle onları, yüzeysel duygularla kandırmak mümkün değildir. Aşkın da, aşksızlığın da kokusu, bu kadınlara sizden önce gelir…
Ömrünün diğer yarısını kendini geliştirmeye adayacağından, bilinçleri doruğa yükselir…
Akıl ve bedenle birlikte, girdiği ortama renk ve ışık verir…
Yolu yarılayan kadınlarla kolay ve zor bir hayat içiçedir. Sevgisinde de öfkesinde de cömerttir…
Evet anlamına gelen kadınsı hayırlarla, kapris yapılmayacağını çoktan öğrenmiştir…
Erkeğin ne ardından gelir, ne de ilerisinde olmak için didinir. Yan yana ,can cana duruşlar tercihidir…
Bazen bir anne şefkati, bazen de bir aslan kükremesi ile şaşkına çevirir…
Onunla birlikte olan erkeğin, herşeye hazır olması gerekir…
Yolu yarılayan kadınlar, duygularını yaşamasını iyi bilir. Davranışları sebepsiz değildir. Kalbi kırıldıysa ağlar, ağlayışının sebebi; erkeğin ona sunmasını istediği sevgi değildir. Mutluysa kahkahalar atar, gülüşünün sebebi; dikkat çekmek değildir. Seviyorsa kıskanır, kıskanç oluşunun sebebi; kendine güvensizlik değildir. Üzgünse omuz arar, destek istemesi; çaresizliğinden değildir…
Suskunsa sebebi vardır, kendi haline bırakılması gerekir…
Yolu yarılayan kadınların, hissiyatı kuvvetlidir. Aldatıldığını, sezgilerini kullanarak günışığına çıkarır. “Veda vakti geldi” demenize bile gerek yoktur.
O, verdiğiniz mesajı çoktan anlayıp, kendi yolunu tutmuştur…
Her gidiş, kadını daha da kadınlaştırır. Gidenin ardından bakacak kadar, hayatın uzun olmadığını anlamıştır…
Ve gizem kadına, en çok bu yaşlarda yakışır…
Bugünlerde çok yoğun çalıştığından bahsediyorsun, sen konuşurken ellerin, bir yandan ortalığı düzeltmeye çalışıyor alelacele… Bırak kalsın diyorum sana, içimden aslında evinin bu dağınık halini sevdiğimi geçiriyorum… Kitaplığından taşıp, duvar diplerinde kendine yer bulmuş olan, kimbilir senin tarafından kaç kez okunmuş, satırları çizilmiş, belleğinde ya hepsi ya da sadece tek bir kelimesi yer etmiş kitaplarına, sağa sola bıraktığın üzerine belli belirsiz kokunun sindiği kıyafetlerine, dinlerken sadece kendinin duyabileceği bir sesle eşlik ettiğin cdlerine, benim gözümün görebildiği, senin ellerinin değdiği heryere bakarken… Senin bu dağınıklığını seviyorum ben aslında, diye düşünüyorum. Senden bir parça, sana dair her parça sağa sola, heryere dağılmışken, heryerde gözlerimin sana çarpmasını, seni bulmasını seviyorum…
Aklının dağınıklığını seviyorum mesela; o tatlı unutkanlıklarını, yanlış zamanlamalarını, kimi zaman bana, kimi zaman kendine geç kalmalarını… Ellerinin dağınıklığını seviyorum; nereye koyacağını bilemediğin ellerinin, o çocuk telaşında sağa sola değip, her dokunduğu yerde senden bir iz bırakmasını… Gözlerinin dağınıklığı seviyorum sonra; geçmişten bir parça hüzün, şimdiden belirsizlik ve geleceğe dair umut taşıyan gözlerinin bazen bana yakın, bazen çok uzaklarda olmasını… Yüreğinin dağınıklığını seviyorum; yaşadığın o umarsızlığı, o kırılganlığını, sonra tek bir sözle, tek bir sözde yeniden başlamalarını… Saçlarının dağınıklığını seviyorum; o küçücük yüzünün her yanına bulaşmış ışık parçaları gibi gözlerimi kamaştırmasını ve parmaklarımın arasında kaybolmalarını…
Senin bu dağınık hallerini seviyorum ben aslında, biliyor musun? Evinin dağınıklığını, aklının dağınıklığını, saçlarının dağınıklığını, ellerinin, gözlerinin, yüreğinin sonra… Senin bu dağınıklığını seviyorum en çok… Sonra o en masum, en utangaç hallerinle bana, sadece bana olan toplanmalarını…
_Alıntı_
*** Yazı, bir arkadaşımdan mail yoluyla bana ulaşmıştı, kimin yazdığını bulamamıştım. Bugün, yazının sahibi bana ulaştı, duygularıma tercüman olan cümleler bütününden dolayı, bir kez daha teşekkürler sevgili adaşım; Özlem BAKİ… Bir kez daha kalemine, yüreğine sağlık…
Arama
Özlem Pehlivan
12 Ocak doğumlu, sevimli bir oğlak burcu kadını...
Okumayı çok seviyor. Günde 50-100 sayfa okumadan rahat edemiyor. Başucunda en az 3-4 kitap var. Okumayı sevdiği kadar yazmayı da seviyor, değer verdiği ve yüzünü güldürebilen herkese sürekli yazıyor...
Facebook Sayfası
Kategoriler
- Blog 89
- Butik Pastalar 36
- Tarifler 135
- Atıştırma 68
- Balık 5
- Börek 12
- Çorba 2
- Et & Tavuk 20
- Hamur İşi 25
- İçecek 1
- Kahvaltı 27
- Kek & Kurabiye 17
- Kısa Kısa & Püf 1
- Makarna & Pilav 9
- Reçel & Turşu & Zeytin & Sos 10
- Salata & Meze 20
- Sebze 19
- Tatlı 25
- Yöresel & Dönemsel 12
- Zeytinyağlı 10